Mart 31, 2013

yahu bugün mart'ın son günü!

üçüncü mevki'nin son sayısında öyküm var ımış. ama dergi artık yok umuş. üstelik son derken derginin de sonu. bugün fark etmiş olmasam bu üç ay içinde elbet kalkar gider bulurdum. kafasızım. derin kederdeyim. nerden bulacağım?

kulağımda ince ince zeki müren

daha önce bahsettiğim bir gazete bayisi vardı. daha doğrusu ordaki kadın. bugün aradığımı bulamayınca döndü bana ve şöyle dedi: "üzgünüm leyla"

bana beklenmedik yerlerde leyla diye hitap edildiği oluyor. sanırım leyla evrenin bana sinsice koyduğu bedbaht göbek ad. ben de üzgünüm leyla. yine sol kulağım çınlıyor. içim sıkılıyor. umrumda değil
o adamlar grubun adını neden marika koymuşlar?
rembetiko, marika, kaigome kaigome
bu soruya cevap verecek değilsin
neyse
filme bayılıyorum, çok sevdiğim bir babis'le almıştık, isabet olmuştu ki babis'e benziyordu
hiç de neyse değil
bizler ölen şeyleriz
odama ay girdi, la luna

Mart 29, 2013

https://soundcloud.com/irfanulusoy/gelirayak

aklım almıyor iyileşemiyorum ve içim boşaltılmıyor.
bergen dinleyeceğim birazdan. ve yine sol kulağım çınlıyor. üstelik ilk röportajımı yaptım. para lazım çok para. kader.

Mart 26, 2013

iyileşmek

"kırlardan geliyorlar ellerinde sümbülteber
elbette kırlardan kırlardan gelecekler
başka türlü nasıl güzelleşir bu akşamüstleri
söyleyin nasıl dayanılır dükkanlara depolara
bu katran kokusu başka türlü nasıl geçer"


kendime çaylar demlediğim gibi kendime çiçekler de alıyorum. en son ortaokulda atlas almıştım. bir de şimdi goranilerden ve dağ bayır göl orman gezmek istediğimden dolayı.

iyileşmek istiyorum. çiçeğe bir saksı alacağım. iyileşmek.
damlara çıkmak, renkli kapılar görmek, çocuklarla gülmek, sacta pişmiş ekmek yemek, güzel evler seyretmek, insanları izlemek, küçük dükkanlara bakmak, yöresel yemekler tatmak, anne olmamak, gezelim görelim ekibinden biri hiç olmamak, iyileşmek iyileşmek istiyorum.
güzel şeyler yapmak istiyorum. yapınca da hiçbiri temelli iyileştirmiyor. ya rab bu ne derttir.

Mart 23, 2013

beklerken

Bana lütfen çiçek göndermeyin. Benim kendi çiçeklerim var!" diyemedim hiç. Çiçekleri sevdim sevmesine ama fesleğen dışında hiç bakmadım. Kimse çiçek de almadı. Şartlar Nilgün Marmara serzenişlerine elvermedi. Buralarda çok çiçekçi olur. "Çingene kelebekler" öyle severek yaparlar ki işlerini, çiçekleri sevdikleri öyle güzel belli olur ki yalnızca sevmek eylemiyle çıldırasınız gelir. Yeni doğan bir bebeğe hayranlıkla bakar gibi "Bugün" derler "hüsnüyusuflarım çok güzel" Sanırsınız satmıyor da ne kadar güzel olduğunu gösteriyor. Yazıda durduğu gibi durmaz tabii bu cümle, gözlerinden sevgi akacak gibi olur o güzel çiçekçi kadınların. Hüsnüyusufun güzel olmadığı bir gün yoktur zaten okuyucu. Çiçekleri sevelim, hüsnüyusuflara sarılalım.






kal mı dedi tanrı?

bu sabahın uyanışı:
kalmak bize ve çevremizdekilere ciddi zararlar vermeyecek mi, dedim ali'ye. tanrı'ya böyle bir konuda bilgiçlik taslayacak gücüm yoktu, belki biraz da kırılmıştım. hem zaten o da bu soruyu tanrı'yla görüşebilirdi. görüşemez miydi? muhammed'iyse pek rahatsız etmek istemiyordum, beni pek tasvip etmediğini düşünüyordum, ali bunu ona da iletebilirdi. çocukluktan kalma üçlü iman hiyerarşim hala bir yerlerde duruyordu. dünyada bunca insan vardı, benim gitmemden kalmamdan daha mühim şeyler vardı, az ötede "kürt kediler çingene kelebekler"in pazarı vardı. ona gidecektim. biraz çocuk görecektim (her şeyiyle çocuk: kirli, yalınayak, özgür, kara, elinde limon, dudağından yukarsı sümük), ekşi peynir kokusu duyacaktım, belki küçük lokum satın alacaktım, belki leblebi.

eyvallah, istanbul güzel şehirdi. eyvallah şahım eyvallah da istanbul kimler için güzeldi?




İnsanların çocukluğuna inmek istiyorum.

İnsanların çocukluğuna inmek istiyorum. İnsanların rüyalarını bilmek istiyorum. Çünkü üzerimde etkisi olan birçok şeyden en güçlü ikisi bu alemlerdir. Çocukluk başlı başına bir hayat yaşamak gibi durmuyor mu? Çocukluktaki birçok şeyin bugünün ipuçları, provaları, ince ince haberleri olduğunu görüyorum.

Anasınıfına mecburen gittim. Öyle gerektiğinden, zorunluluktan. Her zorunluluk gibi bu da beni o zamanlar deli ediyordu ve ağlıyordum. Sabah 6'da uyanıyoruz, 7'de eve geliyoruz annemle ve çok aç oluyorum çünkü okulda inatla yemek yemiyorum. Annem yemek hazırlıyor mutfakta ve haftanın okullu 5 gününün 3'ünde yemek hazırlanma aşamasındayken uyuyakalıyorum. Sakin bir çocuğum.

Bir gün anasınıfına fotoğraf çekimi için birkaç adam geldi. Annemin yanına gittim ve bizi bekleyen bu heyecanlı şeyi söyledim. O da bana, sıra bana gelirken, dişlerimi göstererek gülmemem gerektiğini söyledi. Ben de dudaklarımı sıkarak güldüm. O günden beri -12 yıl olmuş- hiçbir fotoğrafta dişlerimi göstermiyorum ve öyle dudaklarımı sıkarak gülüyorum. Yalnız bu sene yavaş yavaş bu tutukluktan kurtulmak istediğimi hissediyorum. Dişli gülmeye alışmaya çalışıyorum.
Güzel olmayanlar da güzel gülebilmeli, böyle şeyler olabilmeli. Güzellik: Beşinci sınıftayız. Müzik dersindeyiz, müzik odasındayız. Müzik öğretmenimizin bizi ksilofon ve metalofonla tanıştırdığı, bana da ufaktan çalmayı öğrettiği sıralar. Kulaklıyım, ismimle de hafif bir uyumum var, güzel şeylerle de ilgiliyim. Ama güzel değilim. Arka sandalyede bir çocuk oturuyor: Egemen. Zengin, yakışıklı, biraz şımarık ve demin saydığım özelliklere sahip insanlarla ne kadar iyi geçinebilirsem o kadar iyi geçindiğim bir çocuk. Ne olduğunu ne dediğimi hatırlamıyorum ama arkama dönüp bir şey söyledim ve o da bana birdenbire "sen hiç aynaya bakmadın galiba" dedi. Cevap vermedim. Hayatımın hatırladığım ilk vakur, ilk olgun hareketiydi. Çünkü birinci ya da ikinci sınıfta sessiz çocukluğumun bir dönüm noktası vardı: Hazal. Bu kız çantamı yere atıyor, üstelik bunu hiç çekinmeden, büyük bir zevk alarak yapıyordu. Bir keresinde tokat bile atmıştı. O tokatın akşamında, güzel komşularımızın gitmediği, çaylı çekirdekli hoş bir apartman olduğumuz dönemlerde, bana vurana benim de vurmam gerektiğini öğrendim. Neydi canım bu böyle, biraz "yırtık" olacaktım. Öğretmene de söylememeliydim, yapıştırmalıydım bir tane. Saçlarım erkek saçıydı, saçımı çekemezdi Hazal ama ben onun saçlarını çekebilirdim tabii. O akşamın ertesinde Hazal okula gelmedi. Hazalın okula gelmediği günün ertesinde kendimi onun saçını tutup yüzünü okulun tavanına bakacak şekilde yere eğerken buldum. Parktan dönüyorduk, bana değil bir arkadaşıma(o zamanlar onunla da aslında yakın değildik) vurmuştu. Okula girer girmez arkama baktım, hala vurduğunu gördüm Melisa'ya. Hızla döndüm ve yılların zeynasıymışım gibi gayet soğukkanlı bir şekilde yapıştım saçına. O günü bir daha hiç tekrarlamadım. Çünkü zaten o yıllarda ve sonraki yıllarda şiddet beni bir zeynaya dönüştürecekti. Bir de dışarıda yorulmaya hiç gerek yoktu. Ben o koltukta yemek hazırlanırken aç aç uyuyakalan çocuğun sakinliğine geri dönmek istiyordum. Ama mümkün değildi. Savunmaya kendimden başlamamıştım, bunun bir kereliğine olmadığını, hep süreceğini anlamıştım. Eğer kendimi savunsaydım devam etmeyebilirdim. O gücü göremezdim kendimde. Taarruzaysa yeltenecek bir yapım yoktu. Ha ne diyordum, Egemen. Sonuç olarak sakinliğimi de çoktan yitirmiştim, cevap verebilirdim. Ama neden vermedim? İçimden hiçbir şey söylemek gelmedi, hala da gelmiyor, daha sonrasında da ağlamadım. Normal bir şey yapmadım ve bunu hissettim. Çirkinliğimi bilmemle ilgisi yok. Merakım, niye o kadar olgun davrandığım ve niye o sakin çocukluk evresindeki halimi istediğimle ilgili. İnsanların çocukluğuna inmek istiyorum. Hepimiz çocukluğumuzu "yakmalı", unutmalı, gömmeliyiz.

"Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat? Nasıldı öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?" diyor Didem Madak.






Mart 18, 2013

Susuzlardan bir susuz

"Bana sorarsanız o ağlıyorsa 'misal-i cuy-i bar' ağlıyordu, gülüyorsa şebboy çiçek gülüyordu, sonracığıma, içi sıkılıyorsa yaman sıkılıyordu! Hele sevişiyorsa can çekişircesine! Oynayan oyununu yaşıyorsa ko gitsin. Ya hem oynuyor, hem yaşamıyorsa?" (Buzul Çağının Virüsü/ Vüs'at O. Bener)

Hasta olmayı severim; hasta olduğum günler alışılan yaşamak kavramından muafım. Kimsenin bir şey beklemediği, ne yaptığının kimse tarafından umursanmadığı günler. Bu sabah böyle bir muaflıkla uyandım. Nezihe Meriç'in Topal Koşma'sında bir Susuz'u daha geride bıraktım (Susuz XII). Hasta olduğum ve 50'li yılların öykülerinde hasta olmak kadar doğal bir şey bulduğum, belki de Nezihe Meriç'in susuz kadınlarına bir yakınlık duyduğum için bugünü temmuzda yaşamak istedim. Eğer bugünü temmuzda yaşıyor olsaydım öyküden sonra kalkıp çiçekli basma elbisemi giyer, çığlık atan çocukları burnumu çeke çeke izlerdim. Altı gün sonra gireceğim bir sınav var. Sistem köleliği sürecinden hoşnut değilim. Bu yüzden ilk defa bir seneyi çabucak yaz gelsin dileğiyle geçiriyorum. Mücadelenin nezleye karşı olanını veriyorum. Sigara bağışıklığı azaltıyormuş. Yoğurt bağışıklığa iyi geliyormuş, balla karıştırılıyormuş. Hepsini yapıyorum. Koyu yeşil, kırmızı ve sarı meyve sebzeler. Salatalık, elma, limon. Soğanı kaynatıp suyunu içiyorum. Tadı öyle iğrenç ki soğan suyuyla mücadeleden muaf olamama hali beni ağlatıyor. Böyle bir şeye ağlamakla kendimi yadırgıyorum.

Tüm bunları klasik müzik eşliğinde yapıyorum. Perdeye güneş vuruyor, sonuna kadar açıyorum. Güneşi odama almayalı uzun zaman oluyor. Sosyal medyanın bol insanlı kısımlarından çıkıp gittiğimi anımsamamla bu insanlara sinirlenmem bir oluyor. İnsanlar yaptıkları birçok şeyi neden bu kadar hissetmeden, görmeden yapıyorlar? İnsanların bu tüketme sevdası edebiyata, müziğe bulaştı bulaşalı temiz bir yer kalmadı. Şunun ayrımına varıyorum: ilgilendikleriyle şekillenmeyen insanlar bunları sadece kullanıyorlar. Ne için? "Göstermek daha mı önemli?" Harcamakla geçiyor birçoğunun ömrü. Tat almaları gerekir halbuki. Var olmayı görünür olmak, izlenir olmak kabul ettiklerini göremiyorlar. Orda durdukça oralı oluyor insan, alışmamak gerek ve düzene kaptırmamak kendini. Kategorize edilmekle sınanıyoruz. Kezbanlık veya entellikle. Bu kategorize edişlerin akil adamları, esasen ruhlarını ne kadar işsiz güçsüzleştirdiklerinin farkına varamıyorlar. Sosyal tespitler gırla. Üstelik kendilerini böyle basitliklerle önemli hisseder hale geliyorlar. Bunu yalnızca bu önlenilmez gösterme yarışı için yapıyorlar. Hiçbir şeyin samimiyetini temiz bırakmıyorlar. Ben insanların, ruhlarını böyle bir yavanlıkla doyurmalarından iğrendim. Önemli hissetme ihtiyacını bu tür samimiyetsizliklerle gidermelerinden ve kendine vakit ayırmak sandıkları sanallığın çirkin egolarından iğrendim. Birinin bu insanlara kendi içlerini ihmal ettiklerini; yürüdükleri kaldırımdan tutun, içtikleri kahveye, tuttukları takıma, savundukları dünya görüşüne kadar her şeyin bokunu çıkardıklarını göstermesi lazım. Ne yazık ki bu durumu bile kullanıyorlar. Sosyal tespit gırla ama tespitçilerin de bir farkı yok hedef gösterdiklerinden (benim de farkım olmayabilir, ben de harcıyorum, ben de kaynattığım soğanların bile fotoğrafını koyuyorum). İnsanlar ellerinde telefon, önlerinde bilgisayar yaşamıyorlar; insanlar ellerindeki telefonun, dizlerindeki bilgisayarın içinde yaşıyorlar. İçi boş, fikri bollar. Kendini yaşamın teknolojik boyutuna hapseden ruhsuz insanlardan iğreniyorum. Aşksız İnsanlar'ı anımsatıyor. (50'li yılların öykülerinde sevdiğim, yeni keşfettiğim bir şey var.) Neyse ki hala sokaklarda oynayan, boş tarlalarda maç yapan çocuklar görüyorum. Bayağılaşan çocuk sevgisi değil, yaşayan bir şeyler görme sevinci. İlk çekirdek çitlediğim yerde şu an bir site var. Son okuduğum Susuz şöyle bitiyor: "Canım sıkılıyor. Canım sıkılıyor ve bu hiçbir işe yaramıyor."

Mart 13, 2013

sevgilim sevgilim

-söyle aşkım
-hiç düşündün mü.. yeryüzünde kadın yazar, düşünür ve sanatçı ne kadar az..
-evet bebeğim.. niye az..
-çünkü erkegler, tarih boyunca kadınları eve kapamış..
-kapamış balım..
-kadınlar hayatları boyunca ev işi yapmış, çocuk doğurmuş, yemek pişirmiş, çamaşır yıkamış..
-yıkamış yağım..
-cinsiyetiniz nedeniyle sözleriniz hiç dikkate alınmamış..
-alınmamış kuşum..
-açık seçik giyinince erkegler hep taciz etmiş..
-etmiş tavşanım..
-gece tek başına sokakta yürüyemez hale gelmişsiniz..
-gelmişiz marmelatım..
-vücudunuz namus objesi olmuş..
-olmuş arzu nesnem..
-sevgilim..
-emret kıllı topağım..
-insanlık adına büyük ve iyi hayaller kur.. hayallerin adına politika yap.. birey ol.. kendi ayakların üzerinde dur.. aşk diye bir tarrağın peşinde ömrünü heba etme..
-etmem maden suyum..
-aşkı bu kadar büyütme gözünde.. sen kendini bulunca aşk da gelir bulur seni.. sen kendini sevince biri de mutlaka sever seni.. hayatını aşka endeksleme.. aşk uğruna kendini kullandırtma.. beni verem etme..
-tamam.. sinirlenme ördeğim..
-bana ördek deme..
-peki, tamam.. demem kuzum..
-bana hayvan isimleriyle hitap etme..
-etmem koçum, etmem aslanım.. ah ne kadar akıllısın.. seninle evlenmek, sana bir düzine çocuk doğurmak, yemeğini pişirmek, çamaşırlarını çitilemek istiyorum..
-niye ya, niye bunları yapacaksın..
-seviyorum çünkü seni kıllı portföyüm..
-bunları makinalar da yapıyo..
-ama makinalar çocuk doğurmuyor ki malım..
-çocuk şart değil ki yavrucum..
-çocuk bir aşkın meyvesi değil midir ama sütlaçım..
-ooffff offffff, offffff ki offf..
-niye ofluyon ses ve seks efektim..
-ya, olmuyo ya.. olmuyo..
-ne olmuyo kokarcam..
-sen beni kıçınla mı dinliyosun sabahtan beri ya..
-evet kıllım.. hadi devam et klitorisim..

met-üst/ tek kişilik dev dergi/ ekim-aralık 2012

Mart 07, 2013