Kasım 22, 2012

insomnia

Agora, Tüyap'ta ayrı, küçük bir yer açmış, mini bir sahaf niteliğinde. İlk gördüğümde, pazar günü, Ahmet Kaya çalıyordu hafif hafif, Yorgun Demokrat. Önde mıknatıslı taşlar vardı, taşların üstünde Serseri Aşıklar, Simone de Beauvoir, Ulrike Meinhof, Joan Baez-Bob Dylan v.b. Bu taşların arkası orada duran insanın yeri gibi bir şeydi. Uzun süredir hiçbir şeye "çok tatlı" demiyorum ama bu küçük yer çok tatlıydı. Ordaki insan o sırada yoktu, bir süre de gelmedi. Salı günü gittiğimde bu kez Jehan Barbur çalıyordu, sanırım saçlardan dolayı olacak Zeki Enes Akkan'ı anımsatan bir adam duruyordu. Salı günü burada ne yaptığımdan bahsetmeden önce birkaç bilgi vereyim. İletişim'e Nabokov ihtiyacı hissederek gittim ve fark ettim ki elemanlar fazlasıyla yetersiz. Nabokov bir yana Oğuz Atay konusunda bile insanlara yardımcı olamıyorlar. Beter olsunlar. Buna elbette üzüldüm çünkü imaj zedelenmesi yaşadılar gözümde. Üstelik iki salondaki iki İletişim de aynı durumdaydı. Bu, birikimli ya da ne sattığını, ne yaptığını bilen elemanlarla Metis'i bir daha sevdim. YKY'dekiler her zamanki gibi sivil polis edasındalardı. İletişim beni Nabokov'la verem edince bir "Ankara, Mon Amour!"la uzaklaştım. En son uğradığım bu küçük sahafta bir yirmi yıllık Nabokov bulmamla bu durumu kendimce, bencilce telafi ettim. Tam almış gidiyordum ki gözüme incecik bir kitap sırtı takıldı, adı gözüme çarptı. O an için, bir saniyeliğine giderken bu neydi diyerek düşündüm (eve girerken kafamda şimşekler çaktı, bunu da eklemek isterim). Son paramı da Göz'e vermiş olduğumdan geri dönmedim ve içimden yarın aklıma bile gelmez diye geçirdim çıkarken. Belki de içimden böyle geçirmenin etkisiyle iki gün boyunca kitabı düşündüm. Bugün eve gelir gelmez Tüyap'a koştum. Öyle ruh gibi bir gün geçirmiştim ki dalgınlıkla iki durak sonra indim. Gerisin geri gideceğim ama içimden öyle telaş yapıyorum ki kitaba varmalıyım. Hala orda olmuyor olabilir, tedirginim. İlk gelen minibüse binmekle binmemek arasında gittim geldim. Şoför orta gençlikte bir adamdı ve belli ki Karadenizliydi, hafif şive yapmaya eğilimliydi. Dönüp "bir karar verdin mi" diye sorunca gerginlik uçtu gitti, dedim evet sanırım. Tatlı bir adamdı, sanırım o an öyle sohbeti hoş, neşeli, "aileden biri gibi" bir insana ihtiyacım vardı. Her şey bir yana minibüs Tüyap'tan geçmiyormuş. Ters yönden bilmediğim minibüse bindim, ben böyle şeylere alışık değilim, kenar mahlede izole hayat tutukluklarım var(birçoğunu aştım ama bu yol yön konusu hala aynı, aptal gibiyim). İyi ki adam öylesi iyi biriydi ki şapşallığımı anlatırken bu yol yön tutukluğunu unuttum gitti. Yüz metre kadar yürümekle bulduğum Tüyap yolu çamurlu, ben spor ayakkabılı, yine boktan bir durum. Dedim olsun. Kendimi direkt şu küçük sahafa attım, arkada yine hafif hafif Ahmet Kaya duyuluyor bu esnada. Kitap yok. Ahmet Kaya sanırım Büyüdün Bebeğim diyordu ya da ben eve dönüşte içimden onu söylüyordum. Tüm aramalar nafile, Z.E.A'yı anımsatan çocuğun/adamın/insanın söylediğine göre kitabı bugün iyice orayı karıştıran biri almış. Bunu daha önce de yaşadım birçok kez ama hiçbirinde bu kadar yıkım yaşamadım. Beckett'in Eşlik'iyle eve döndüm. Otobüste ağlamadım ama camda gördüğüm surat hayal kırıklığı denen şeyi yaşadığı için hep aynı küfredememe, ağlayamama, balon gibi sönüp yanma hissini bilen bir surattı. Alegorik, küçük çaplı bir hayal kırıklığıydı bu. Her ne kadar Beckett'le eve dönsem de hayal kırıklığı geçmiyor. Hayal kırıklığı berbat bir şey. Pişman olmasanız da; kırıklığı göze almış, ne olursa olsun demiş, korkuları yenmiş olsanız da berbat bir şey. Berbat.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder