Aralık 26, 2012

la jetée

her ağıdın dili yoktur. bazı ağıtların sesleri bile olmadığı görülmüştür. üstelik bazı ağıtlar sadece görülmüştür. uykuya dalarken bir sese uyandığınızda sesin, uykuya sızdığınız o karanlıktan çıktığını fark etmediniz mi? ben de balık değilim ki.

(fark etmedim diyorsanız yorgun bir günde istekle kitap okurken uyuyakalın, fakat muhakkak kitabın yüzünüzü örtmesi gerek. tabii bunları deney yapar gibi yapmayın, tutmaz. akıl ürkütücü)

(kitabı okurken uyuyakalınca -bilim yardımıyla- uykuda okumaya devam ettiğiniz hissine kapıldığınızı düşünebilirsiniz. neden bilinçaltı işitilmesin, bir şeyi de zorlaştırmayın. zaten öyle hep olmuyor. oysa ne güzel) 

Aralık 17, 2012

"ey uzak ihtimallerle dokunduğum, giyinirken bütün cevapsız yüzleri, neden yoktun? neden yoktun? neden yoktun? neden yoktun?" dediğinde metin-kemal kahraman, yeditepe istanbul'u özlemle izlemeye başlamışsam, gece ince ince yağmur yağıyorsa, yıkık ve ıslak bir duvarda kuyruğunu dikmiş bir kedi yürümüşse, bir küçük çocuk eve ekmek alırsa yarın sabah bakkaldan, belli belirsiz üşüyorsam, dudaklarım hiçbir vakit bunca çatlamamışsa, kirpikten burun ucuna kadar yol alan acıya engel olamamışsam, hazırlıksız yakalanmışsam, hazırlıksızlığım bir savunmasızlıksa, içimden taşanın yanında içim küçücük kalmışsa, yarattığım bayağılıktan utanıyorsam "ey ne olur alın beni alın buralardan götürün" der turgut. uyurum. uzun uzun susmak isterim.

Aralık 09, 2012

des armes


"Gerçekten böyle düşünüyorsun, değil mi? Dakikada sekiz bin ayrı ruh haline bürünen ben, her bir duygusunu bir kasırga şiddetinde yaşayan ben, tek bir sözcükle, tek bir heceyle yıkılan ben 'çok kontrollüyüm' demek? Tanrım, ne kadar da körsün"

Öfke/ Philip Roth

Kasım 22, 2012

insomnia

Agora, Tüyap'ta ayrı, küçük bir yer açmış, mini bir sahaf niteliğinde. İlk gördüğümde, pazar günü, Ahmet Kaya çalıyordu hafif hafif, Yorgun Demokrat. Önde mıknatıslı taşlar vardı, taşların üstünde Serseri Aşıklar, Simone de Beauvoir, Ulrike Meinhof, Joan Baez-Bob Dylan v.b. Bu taşların arkası orada duran insanın yeri gibi bir şeydi. Uzun süredir hiçbir şeye "çok tatlı" demiyorum ama bu küçük yer çok tatlıydı. Ordaki insan o sırada yoktu, bir süre de gelmedi. Salı günü gittiğimde bu kez Jehan Barbur çalıyordu, sanırım saçlardan dolayı olacak Zeki Enes Akkan'ı anımsatan bir adam duruyordu. Salı günü burada ne yaptığımdan bahsetmeden önce birkaç bilgi vereyim. İletişim'e Nabokov ihtiyacı hissederek gittim ve fark ettim ki elemanlar fazlasıyla yetersiz. Nabokov bir yana Oğuz Atay konusunda bile insanlara yardımcı olamıyorlar. Beter olsunlar. Buna elbette üzüldüm çünkü imaj zedelenmesi yaşadılar gözümde. Üstelik iki salondaki iki İletişim de aynı durumdaydı. Bu, birikimli ya da ne sattığını, ne yaptığını bilen elemanlarla Metis'i bir daha sevdim. YKY'dekiler her zamanki gibi sivil polis edasındalardı. İletişim beni Nabokov'la verem edince bir "Ankara, Mon Amour!"la uzaklaştım. En son uğradığım bu küçük sahafta bir yirmi yıllık Nabokov bulmamla bu durumu kendimce, bencilce telafi ettim. Tam almış gidiyordum ki gözüme incecik bir kitap sırtı takıldı, adı gözüme çarptı. O an için, bir saniyeliğine giderken bu neydi diyerek düşündüm (eve girerken kafamda şimşekler çaktı, bunu da eklemek isterim). Son paramı da Göz'e vermiş olduğumdan geri dönmedim ve içimden yarın aklıma bile gelmez diye geçirdim çıkarken. Belki de içimden böyle geçirmenin etkisiyle iki gün boyunca kitabı düşündüm. Bugün eve gelir gelmez Tüyap'a koştum. Öyle ruh gibi bir gün geçirmiştim ki dalgınlıkla iki durak sonra indim. Gerisin geri gideceğim ama içimden öyle telaş yapıyorum ki kitaba varmalıyım. Hala orda olmuyor olabilir, tedirginim. İlk gelen minibüse binmekle binmemek arasında gittim geldim. Şoför orta gençlikte bir adamdı ve belli ki Karadenizliydi, hafif şive yapmaya eğilimliydi. Dönüp "bir karar verdin mi" diye sorunca gerginlik uçtu gitti, dedim evet sanırım. Tatlı bir adamdı, sanırım o an öyle sohbeti hoş, neşeli, "aileden biri gibi" bir insana ihtiyacım vardı. Her şey bir yana minibüs Tüyap'tan geçmiyormuş. Ters yönden bilmediğim minibüse bindim, ben böyle şeylere alışık değilim, kenar mahlede izole hayat tutukluklarım var(birçoğunu aştım ama bu yol yön konusu hala aynı, aptal gibiyim). İyi ki adam öylesi iyi biriydi ki şapşallığımı anlatırken bu yol yön tutukluğunu unuttum gitti. Yüz metre kadar yürümekle bulduğum Tüyap yolu çamurlu, ben spor ayakkabılı, yine boktan bir durum. Dedim olsun. Kendimi direkt şu küçük sahafa attım, arkada yine hafif hafif Ahmet Kaya duyuluyor bu esnada. Kitap yok. Ahmet Kaya sanırım Büyüdün Bebeğim diyordu ya da ben eve dönüşte içimden onu söylüyordum. Tüm aramalar nafile, Z.E.A'yı anımsatan çocuğun/adamın/insanın söylediğine göre kitabı bugün iyice orayı karıştıran biri almış. Bunu daha önce de yaşadım birçok kez ama hiçbirinde bu kadar yıkım yaşamadım. Beckett'in Eşlik'iyle eve döndüm. Otobüste ağlamadım ama camda gördüğüm surat hayal kırıklığı denen şeyi yaşadığı için hep aynı küfredememe, ağlayamama, balon gibi sönüp yanma hissini bilen bir surattı. Alegorik, küçük çaplı bir hayal kırıklığıydı bu. Her ne kadar Beckett'le eve dönsem de hayal kırıklığı geçmiyor. Hayal kırıklığı berbat bir şey. Pişman olmasanız da; kırıklığı göze almış, ne olursa olsun demiş, korkuları yenmiş olsanız da berbat bir şey. Berbat.

Kasım 19, 2012

edebi entropi

bir şeyleri çok seviyorsun da onlara zerre uygunluk göstermiyorsun. şekillenmiyorsun onlarla. onları kullanıyorsun ve unutuyorsun.
tüm bu kitaplar, tüm bu şarkılar sevilmek, yaşanılmak, yaşatılmak için var. seviyorumlarla üzerine dikilecek bir etiket aramak için değil. düpedüz çirkinlik. sevgilerin gösterişleri, sevgilerin gerçeksiz yamanması, sevgilerin yaşanmadan, anlaşılmadan göze sokulması, yozlaştırılması, köksüzleştirilmesi. bunun sosyal medyayla büyük ilgisi var. "göstermek" ihtiyacı. hiçkimse görmüyor, duymuyor olsaydı da aynı şeyleri yapar mıydınız? sorgulamanız ve emin olmanız gereken şey bu. en basiti, küçük iskender'in değer kaybı yaşamasına sebep olan, gerçek okuyucu kitleden, asıl takipçilerden tiksindirilmesine sebep olan şey. bu sahtelik, geçicilik çirkinliğine neden olanlar yaşantılarında aşk diye, sevgi diye bir şey de olmadığına inanan kimseler-çoğunlukla. sanata gösteremedikleri gerçek hisleri insanlarda görememekten yakınmalarında bir gariplik var. bir şeylerin tutkusuna varmamış, tadını içinde yaşatmamış birilerinin kendisini düşünmek, tartmak, aşağılamak, "küçük insan" saymak eksikliği. halbuki bunlar insanlık için gerekli şeyler. kendinizi yüceltmek, sevmek, beğenmek için dönüp bakıyorsunuz kendinize. bunlar da gerekli fakat bendeki entropiye neden olan birçok şeyin kaynağında açığa çıkan bu çirkinlikler var. bilmiyorum ne zamandır.
söylediğim birçok şeyden nefret ediyorum. bir süre sonra pişman oluyorum. kısa süre içinde gerçekleşen bu değişimlerin temelinde, nedeninde ben varım. yazıyorum bozuyorum yoruluyorum.

Kasım 14, 2012

meryem

"sen dediydin irfan abi, rüzgar gençtir diye, rüzgar hayattır diye sen dediydin. ben seni anladım irfan abi, hayat acayip şeymiş"
meryem - mutluluk / zülfü livaneli

Ekim 28, 2012

selimcilik

İnsanlar edebiyatı davranışlara, durumlara bir kılıf gibi görüyor olmasın? Şu bohemliğimizin saflığıyla bohemliğinizin kurnazlığını durup izliyor muyuz? Hafife alınmayacak kadar geniş bir yavan kesim var, bunlar aynaya bakıp "aynı filmlerdeki gibi" mi diyorlar?
Fakat bir selim modası var gözler önünde, cinayet sebebi. Tutunamayanlar da piç edilmiş demek istemiyorum ama edilmişti çoktan. Belki ben de ettim, belki de hepimiz ettik. Böyle beylik laflar da ayıp, bu durum da. Utanmamız gerek. Beter olalım.
Kişisel evrim sürecindeki entelektüel oğlanlarımızın bir bölümünün "selimcilik" oynaması sabır taşırıyor, bu yazıya sebep olan bu. Nasıl ki şiir dediğimiz şeyin kıymeti sosyal medya aracılığıyla hiç edildiyse bu da öyle. Bu insanlar direkt Selim Işık üzerinden yürüyor. Üstelik bunların selimciliği bir tür "-mış gibi" yapmak. Fakat bu kez farkında olmadan Oğuz Atay. Öyleymiş gibi yapmak. İnsan tiksiniyor, insan sizin ayıbınızdan utanıyor. Beter olun. Ve lütfen benimle bu duruma sinirlenin.

Selimcilik adlı sosyal tespitten sonra öyle bir nefret krizine girdim ki öfkeden gözlerim yandı. İnsanlar bunu bu kadar rahat bu kadar rahatsız edici bu kadar açık bir şekilde nasıl yapabiliyor? Bu insanlar puşt mu? İşi Oğuz Atay'a kadar götürdüm. Öyle küfür ettim öyle çok öfkeyle dolup taştım ki dedim sen de beter ol adam. Sanki o an bir daha Oğuz Atay'ın yanından bile geçmeyecekmişim gibi geldi. Metrobüste girdiğim bu sinir harbinden eve kadar kurtulamayınca yürüdüm ki geçsin. İlk aklıma gelen yere girdim. Karşıma çıkan dergi bölümünde met-üst'ü gördüm. Elime aldım, rastgele bakmak için açtım. Bir de baktım "sevinmeyin, daha ölmedim"

Ekim 13, 2012

la haine

































"...
sonsuza varmadan bir önceyiz sanki
-o sayının da bir adı vardı unuttum-
her şey öyle saydam öyle madensel
kapıların kilitleri açık ve herkes uykusuz
hepsinin elinde bir saat bir sümbülteber

eskiden şaşardık bazı şeylerin yokluğuna
artık bu yokları var etmeyi usladık
ağaçları budadık ormandan balıkları tuttuk denizden
hani bazı açılmaz sanılan kapıları omuzladık
çünkü herkesin elinde bir saat bir sümbülteber

hey koca dünya nasıl avucumuzdasın
nasıl da parlıyorsun ey gözleri maden
çözdüğüm bütün bulmacalardan zorludur yüreğin
elbette kırlardan gelecekler kırlardan
kırlardan gelecekler ellerinde sümbülteber
..."

turgut uyar

Ekim 08, 2012

"Kalemi eline alıp iki insanı birbirine götüren yolu bulmaya çalışan biri, tek bir çizgi çizmeyi beklerken karalamayı andıran bir resim çizer. İki insanı birbirine götüren sayısız yol vardır."

"I'll never forget the color of your face" demek ne güzel bir şey demek


Ekim 03, 2012

üç mel'un adam

"Önemli olan tek şey yalnızlığın: Ne yaparsan yap, nereye gidersen git, gördüğün hiçbir şeyin önemi yok, yaptığın her şey boşuna, aradığın her şey sahte. Var olan tek şey yalnızlık, her seferinde er ya da geç karşında bulduğun, dost ya da yıkıcı yalnızlık; onun karşısında, her seferinde yalnız kalıyorsun, yardımdan yoksun, şaşkın ya da afallamış, umutsuz, sabırsız."
Georges Perec

 "İnsan korktuğu halde yaşıyor. Bir şeyler yapmak istediği için, korkunun gölgesinde kendini oradan oraya vuruyor. Çok acıklı durumlara düşüyor insan, dostlarım!"
Oğuz Atay

"Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar; ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. Herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sükutu, ne inkisar kalır. Bu halimizle hepimiz acınmaya layıkız; ama kendi kendimize acımalıyız. Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur. Artık gidelim mi?"
Sabahattin Ali


insanı okudukları da kırıyor azize, dinledikleri: http://youtu.be/faqzNijlfHc izledikleri, gördükleri, ne olduğunu kestiremediği görecekleri de: http://youtu.be/dYTa1WJPkOo

Eylül 29, 2012

Zolf Bar Baad

"Yırtığı hala ördürülecek rengi atık kilimin buruşuğuna takılmış gibi aklım, bir kedimiz bile yok" Vüs'at O. Bener / Buzul Çağının Virüsü


Ağustos 16, 2012

"Ne sandınız, o zaman Tanrı vardı. Onunla aramıza dünya girmemişti."

Tanrıya, köy enstitülerini ateist yetiştiren yerler olarak tanıtan tarih hocamızı ilk projemde kullanmam konusunda bana yardım etmesi için dua ediyordum. Füruzan'ın da dediği gibi "Ne sandınız, o zaman Tanrı vardı. Onunla aramıza dünya girmemişti."
(bu yazı devam edecek. şu an teknik aksaklıklardan dolayı devam edemiyor. devam ederse belki güzel olur. olur mu olur ey kâri. iyi yazamıyorum. bir şeylerin farkındayım, kendimle ilgili. ben bu acıklı gülünç halime üzülüyorum. oysa insanlar tebrik ediyorlar. dalga mı geçiyorlar diyorum ama ciddi olduklarını anlıyorum. dalga geçseler hak vereceğim. yaralarım çok derin. buna değineceğim)

Füruzan'ın kahramanı olan kızlardan biri kaybolmaya başladı.

Memet Fuat, Füruzan için “Orhan Kemal'in kahramanı olan kızlardan biri yazmaya başladı.” derse ben de kendi adıma böyle söylerim. Zaten ne söylesem kendi adıma söylüyorum gibi geliyor oradan size. En iyisi yok olayım diyorum. Asiye ve korosu Seniye Hanım'a "Ama elde değil bayan yok olmak" derse tabii kulağımda, elbet yok olamam. Gözükmeyeyim diyorum. Kendime bile gözükmek istemiyorum. Her şeyi tükettim. Benliğimde keşfe açık hiçbir yer bırakmadım. Fazla tanıdığım. Fazlalığım. Kendimi başka bir gezegene yollamak istiyorum. Başka bir adla. Kendimden kurtulmak istiyorum. Güneşin rol kestiği şu mevsim geçsin dayanamıyorum. Saçmalıyorum. Bugünü gerçek bir gün yapan tek şey yaptığım taze fasulyedir. İnsanlar yemek yaptığım için şaşkındır. Parasız yatılı olmak, parasız ve yatılı olmak umurumda değildir. Ben karanlıkta yürümek istiyorum. Yürümek.
Birazdan kendime gece çayı yapacağım. Çaya yaptığım üvey evlat muamelesine son verdim. Oradan çok siyah beyaz, donuk, heyecansız, sürekli ağlayan zırlayan biri olarak gözüküyorum ha. Allah benim belamı versin. Tüm bunlara sebep oldum. Duygusalım; tamamım bu değil.
Tutuk gibiyim. Çok sevdiğim ama bu zamana kadar doğru düzgün görüşemediğim bir dostun yanında bunu daha iyi anladım. Gönlümün Kazancakis'i. Bir sürü leylalık, normalde düşmediğim dalgınlıklar, şapşallıklar. Bunları aşk halinde yapıyor olsam güler ve unuturdum. Ama bunların dış etkenlerle bir ilgisi yok. Oğlum, evet oğlum, bunca sevmediğim insanın arasında nasıl bu kadar kendim gibi oluyorum da çok sevdiğim insanların arasında kendimi koyvermem için zaman gerekiyor? Kendimden kurtulmak istiyorum. Okuldan, aileden, kuzenlerden, tüm akrabalardan. Komşuları seviyorum. Gazete bayisindeki "gazeteni ayırdım küçük hanım" diyen, her gün beni görünce gülen, zaten hemşehrim olan genç kadını seviyorum(bazı günler yalnız içtenlikle ona gülüyorum) Kan bağı bulunmayan yerlerde kendimi daha iyi hissediyorum. Zorunlu samimiyetin zerresi yok. Şu anlık yapabileceğim tek şey çay. Nor Radyo'da Mohsen Namjoo da çaldığına göre. Çay yapayım.

Ağustos 14, 2012

mani

"akşamları belli bir saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. yüzü alarır, bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. çok da gençti"

topuksuz, boyasız, sütyensiz: özgürlük
naci en alamo: "bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle"
gitmek: gidiyorsam demek
bavul: bekleyen tek şey
yol: tartışmasız

"rüzgar bizi götürecek": umutla yaşıyoruz efendim
yaşama tutkusu: şarkıyla sevişmek
yaşama tutkusu: şimdi değil
vakit var daha: anne geldik mi?
yaşama tutkusu: ölmez isek
beklemek: napacam

bir kadına kasada sıramı vermiştim. bana teşekkür etmişti. yüzüme de bakmıştı. ertesi gün aynı kadın minibüste bana yanındaki koltuğu işaret etti. ben onu tanıdım. o beni tanımadı.

kahve ve cemel vakası: biraz düşünelim
kahve ve cemel vakası: uzun ihsan efendi'ye sorularım var
kahve ve cemel vakası: "evet sayın bayan, kolay değil, haklısınız"

Ağustos 07, 2012

Deli Kızın Türküsü

I

Sabahleyin


Karayı kaldırın mavi koyun umudumu yitirmedim

Beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde
Eliniz beyazken uzatın isterim
Karayı kaldırın sevgi koyun umudumu yitirmeyin

Ben ışıklar konfetler bayramlar istemem

Uzanmışım gölgeliğe bir başıma
Şu uzaktan tükenmez yalnızlıktan
İçten içe ürküyorum ama
Böyle de iyiyim

Siz dayanılmaz bir "Günaydın"sınız

Sabah sabah insanı ayağına getiren
Hiç yoktan dünyayı kendini sevdiren
Siz çocuk ağızlı bir "Günaydın"sınız

Çocuk ağzınızla biraz daha durun

Gittiğinizde güz gelmiş olacak

Güz gelirken bir yanı kara sevdalarla

Avcumda bu yavru kuş varken tedirgin
Sizde tutunacak yaslanacak kollar
Biraz daha durun biraz daha
Karayı kaldırın mavi koyun umudumu götürmeyin


Akşamüstü


Yollarda akşam dönüşü yorgun argın

Siz yoksunuz şiir yazan ellerim yok
Yarımla dışa dönmüşüm yarım susken
Çizginin üstündekiler yüz yüze
Koca bir gün ne yapmışım nasıl yaşamışım
Haberim yok

Dokunup çekilen bir şarkı rüzgarla

Vakti yalanlıyor sıcak sıcak
Sinema dönüşü iş dönüşü yahut bahanesiz
Beyazın tam ortasında bekliyorum
Ya gelmezseniz ne olacak

Maviyi kaldırın kara koyun sırasıdır

Bana yeni tutkular gerek bıktım
Bir solukta buz gibi yaşamak isterim
Beni öldürürse bu umut öldürür


Gece Türküsü


Alıp ayaklarımı yollardan şöyle rahat

Tam kendi kendimi bulacakken
Kim getirir sizi başucuma
Kim kaldırır uzun uykunuzdan

Başlar gecenin oyunu delice

Dizlerime yükselir bir deniz
Anıları küçük yıldızlar gibi karanlıkta
Yanıma yöreme indirirsiniz

Ben ışıklar konfetler bayramlar istemem

Uzak uzak gitmede fayda yok
Şimdi bütün şehirler birbirine benzer

Bir kendi kendime doyasıya
Bu gece sussanız dinlensem
Ne gezer


II


Şimdi insanların yalnız kolları var

Ve ben delice bir şey istiyorum
Şimdi insanların yalnız kolları var
Ve ben başımı koyuyorum

Tuttu bir alacakaranlık bastı

Bütün şehirler birbirine benzedi
Saklı köşem bir daha aldattı ellerimi
Ellerimde iki üç isim kaldı

Adına yakılan mumlar İsa'nın

Yana yana bitti umutsuz
İsa, resimleri kadar güzel değildi
Biri kardeşliiğimi aldı gitti
Şimdi ben delice yaslanmak istiyorum
Şimdi insanların yalnız kolları var


III


Sana büyük caddelerin birinde rastlasam
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan


Elimi uzatsam tutamasam

Olanca sevgimi yalnızlığımı
Düşünsem hayır düşünmesem
Senin hiç haberin olmasa
Senin hiç haberin olmaz ki
Başlar biter kendi kendine o türkü

Yağmur yağar akasyalar ıslanır

Bulutlar uçuşur gecelerin
Ben yağmura deli buluta deli
Bir büyük oyun yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli

Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa

Böcekler gibi başlamalı yeniden
Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta
Yan garipliğine yürek yan
Gitti giden


Gülten Akın

Temmuz 05, 2012

Ece Ayhan'dan

''Ben öylesine sivilim ki, sivillerin sivili, (bana bırakılsa, yanlış yana çekileceğini bile bile, sivilliğin yerine 'başıbozuk' derim) özel hayatımda da orospuların, "yol gösterici"lerin, yersiz yurtsuzların, surlarda ve parklarda barınanların, kimsesizlerin, sokaklarda yaşayanların, dışlanmışların, orta ikiden ayrılanların, ıssız park bekçilerinin, tek kişilik tramvay müzesi müdürlerinin, müştemilatta oturanların, fallokrat kabadayıların, berduşların... kısacası tarih dışına düşürülen lumpenlerin yanında rahat ediyorum ben.
(...)
        İnsanlar sevişmek için bir kız bir erkek olarak çırılçıplak soyunurlarsa, yalnız iki türlü sevişebilirler bilirsiniz:
        Birincisi: o iş ayakta yapılıyorsa, iki insan çift kıçlı bir tek insan olmuş gibi ya da bir tek insan varmış gibi gözükür ortada. Bence sıkı yazar ve sıkı delikanlı Yusuf Atılgan'ın ilk romanı Aylak Adam'daki "iki kişilik toplum" düşüncesinin, ayıptır söylemesi, ferc'i, mısrayim'i, çıkış noktası budur. Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler de buradan çıkmıştır, ne yapalım. Daha doğrusu Shakespeare'den ya neyse: Othello-Desdemona.
        Evet, her insan bir sevişmenin ürünüdür.
        İkincisi, ise; kaşık gibi iç içe olarak.
        Olacak iş değil ama biz fakir şairler; ister İkinci Yeni densin, ister Sivil Şiir; üçüncü bir türü aramayı da denedik; yokluktandır."

yol gösterici'yle demek istediği "pezevenk"tir

Haziran 28, 2012

Sabina

İnsanlar nasıl biri olduğum konusunda uzlaşamıyor. Pek azı bunun ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu biliyor. Anlatırken, açıklarken güçlük çekiyorlar. Tam bir kelime bulamıyorlar. Sakin biri dediklerinde karşı çıkıyorlar. Hareketli dediklerinde de. Bunların hepsi olduğumu anlatmaya çalışan, bunu bilen öyle az insan var ki. Bu beni mutlu ediyor. Onları beni anlatırken izledim, sessizce, müdahale etmeden. İki, üç ay önce. Her biri anlatmaya çalıştıkları şeyi çok iyi biliyor ama anlatırken ifade güçlüğü çekiyorlar. Dengesiz diyemiyorlar, bunun bir denge olduğunun bilincindeler. Onları seviyorum. Gecenin bir yarısı aklıma geliyorlar. Anlatmaya çalışırken kısa bir yol bulamamaları aklıma geliyor. Ruh değişimlerime katlanmaları, alışmaları aklıma geliyor. Hiçbir kan bağımız yok. Beni, bana aileden çok bir zorunluluğu andıran bu yapaylıktan daha iyi tanıyorlar. Evim burası değil. Evim, benim evim burası değil. Gecenin şu saatinde onları düşünürken, beni zorlanarak anlatışlarını düşünürken bunun çok basit bir yolu olduğunu, üstelik bildiğimi hissediyorum. Gadjo Dilo'yu niye bu kadar seviyorsun diyor biri. Buluyorum. Bu kadar basit işte: Nora Luca ve Tutti Frutti. Ne olmuş yani?

http://youtu.be/_TjGQbUz36Q  ve http://youtu.be/6buWjmCIys0

Aynı ruhta, aynı oranda.

Haziran 25, 2012

EV

Kitaplıkta durmaktan varlığı unutulmuş kitap. "Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim" Bu kitabı alırken şimdilerde burada olmayan, pek de özlediğim kitapçı, sahaf şöyle bir cümle kurmuştu "onu senden başkası alsa yazık olurdu, iyi ki sen aldın" Bazen böyledir. Sizden başkasının olsa yazık olur. Ama unutuverirsiniz. Kitaplığa yerleştirir, başucunuzdaki kitaplara dalar, onu unutuverirsiniz. Beni çok mu yalnız bıraktılar Oğuz Atay. Ama ne önemi var. Ne önemi var. Uyuyan Adam'da da geçtiği gibi "Var olan tek şey yalnızlık, her seferinde er ya da geç karşında bulduğun, dost ya da yıkıcı yalnızlık"
Fotoğraflarda görülen enfes kitap:

 İlhan Berk,

Şeyler Kitabı EV

 Sel Yayıncılık



Haziran 22, 2012

Reha Erdem ve Yüzler

yeşim tozan         Zeki Demirkubuz filmlerindeki kapılardan bahsedilir. Aralık kalan kapılardan, aralanan kapılardan. Hatta -yanlış aktarmıyorumdur umarım- Demirkubuz filmleri için aralık bir kapıdan bakmak tabiri de kullanılır.
         Reha Erdem içinse benim gözüme fazlasıyla takılan bir "yüz" mevzusu var. A Ay'da Yekta'nın yüzündeki ifadenin izleyicide bıraktığı hisle yola çıkmıyorum, sadece simaya odaklanıyorum. Yekta'nın yüzündeki ifadeden fazlasıyla etkilenmiş biri olarak ne zaman bunu fark ettim bilemiyorum. Ayrıntılara önem vermekten çok farkındalık bu yaptığım. Yeşim Tozan, Elit İşcan, Türkü Turan. Yüzlerinde ortak bir şey var. Bir parça benzemek. Biraz dikkat ederseniz bir ortaklık olduğunu göreceksiniz. Burunlar mı alınlar mı derken ortak bir şey olduğuna kendimi iyice inandırıyorum. Bilemiyorum. Reha Erdem'in sevdiği, filmlerinde kullanmayı sevdiği bir tip bu -zannediyorum ki- ve haliyle içten gelen bir "bu olmalı"yla hareket ediyor.
Reha Erdem'e bir soru hakkım olsaydı, hayır, iki soru hakkım olsaydı, ikincisi bu konuda olurdu.

İlk soruysa. Rüyalarıma giren bu ilk sorunun cevabını alırsam hediye etmek istiyorum. Cevabı hiçbir sosyal medyada bulamadım. Cevabı tüm araştırmalarıma rağmen de bulamadım. Bir bulsam. Duy beni Reha Erdem cevaba ihtiyacım var.

Haziran 18, 2012

rüzgar bizi götürecek

"Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ama birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gideceklerdi. Bir ruh, ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya,
-ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbirleriyle kucaklaşmak için, her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu."

Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali



Bir korku anı. Lunapark. Göğe bakıyorsun. O kadar yüksektesin ki. Yükseklik korkun da yok halbuki. Yükseklik korkusunu sende barındırmayacak güçlü bir uçma arzusu var. Ama bir korku var. Açığa çıkan bir ruh görüyorsun. Bilincini kontrol edememek gibi. Kendini ele veriyorsun. Yüzleşiyorsun. Hayatının en güzel anlarından biri. Hiç tasarlamadan içinin göğe bağırması. Hayatının en güzel anlarından biri çünkü hayat boyu içini duyamadığını düşündün. İçini duyamadığını düşünmek: düşüncelerinin nereden geldiğini görememek. Kendine ulaşamadığını düşündün. İçte erişemediğin bir şeyler var gibi geldi. Bu yüzden fallara inanırsın, işaretlere de. Eğlenirsin gibi gelir ama önemsersin. O ana kadar, keşfedemediğin bir içle kavga ederdin. Ne istiyorsun söyle derdin. Ta ki o ana kadar. Bağırmaya. Rüyadan uyanırken bağırmaktan daha çok açığa çıkmış bir bilinçaltıyla. Bir isim. Hayatının en güzel anlarından biri. Ne olursa olsun. Hayatının en kendini kaybetmiş ve en kendinde anı. Hayatının en güzel anlarından biri.

"bir an
ve sonrasında hiç
bu pencerenin arkasında gece titremede
ve yeryüzü giderek durmada
bu pencerenin arkasında bir bilinmez
seni ve beni merak ediyor
ey baştan aşağı yeşil
yakıcı anılar gibi ellerini,
bırak benim aşık ellerime
ve dudaklarını
varlığın sıcak duygusunu
benim sevdalı dudaklarımın okşayışına bırak
rüzgar bizi götürecek
rüzgar bizi götürecek"


Füruğ Ferruhzad

"Hepinizi Her Zaman Sevmiyorum Biliyorsunuz. Bazılarınızı Hiç"

Adını koyduğu şeyde insanoğlunun, hep bir arabeskleşme/ benliğinden çıkma/ kendi olamama durumu vardır, adını yanlış koymuşsunuzdur. Bir dikkat edin, hep böyledir. Yalnızken bambaşka, adı koyulmuş şeyle bambaşka. Bu değildir canım insanlar. Kendisiyle feminist bir kadının, bir adamla "ben bilmem beyim bilir" tavrı değildir adını koyduğunuz şey. Yalnızken yaptığınız şeyleri, sizi siz yapan şeyleri sürdürebildiğiniz bir şey olmalıdır bahsi geçen. Bir sabah uyandığınızda hangi kitabı okuduğunuzu hatırlamayacak kadar rutin olarak yaptığınız şeylere uzak kaldığınızı, ne zamandır kitap okumadığınızı düşündüren bir şey olmamalıdır. Kendinizi kaç vakittir unuttuğunuzu hatırlayamadığınız bir şey olmamalıdır. Hep böyle olduğunu düşündüm. Çünkü sizi sizle bırakmazlar. Size siz olma hakkı da tanımalıdır "biz" kavramı, bilmiyorlar. Artık biz varız: Artık benim bir uzantımsın, bana tabiisin demektir buzul çağında. Bu çağa ait olmadığımı düşünüyorum. Yalnızlığı sevenler biraz da bu yüzden seviyorlar. Durdurulmamış zaman onlar için yalnızlık. Öyle bir durdurulmak ki, insan kendini özlüyor. Yalnızlık özgürlük, yalnızlık kendine geri dönüş gibi geliyor. Fakat böyle olmadığını anlarken. Gözlerimi açıp fark ederken gerçek bir ad koymayı. Özgürlüğümün, kendim olarak kalmanın zedelenmeyişini görürken bir zamanda. Yaptıklarınıza koyduğunuz adı, yanlış yerde kullandığınız sözcükleri, içlerinde, en gerçek halleriyle gördüğünü hissedenler de (kendimden bahsediyorum) sizin yüzünüzden kendilerini durduruyorlar diye düşünüyorum. "Hepinizi Her Zaman Sevmiyorum Biliyorsunuz. Bazılarınızı Hiç" demekten kendimi alamıyorum.

Haziran 16, 2012

tel cambazının tel üstündeki fotoğrafı


Tomris Uyar'ın yüzünde, Turgut Uyar'ın göremediğimiz gözlerinde, Tomris Uyar'ın Turgut Uyar'ın boynuna doladığı kollarında bir şey var.


"falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
inecek var deriz otobüs durur ineriz
bu karanlık böyle iyi afferin tanrıya
herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
beni bırak göğe bakalım"


tanıtıcı reklam:
http://www.yoldamuzik.com/

Bir Yıl

Ezginin Günlüğü'nün Leyla adlı şarkısı şöyle başlar:
"Bir sabah çıksam kaybolsam/Dönmesem kalsam anılarda"
Victoire, bir sabah çıkıp kayboluyor. 50 sayfalık bu çıkıp kaybolma/kaçma/kendini yollara vurma hadisesini izliyoruz. Yazarın "Ben Gidiyorum"unu da merak ediyoruz. Fakat tadı damakta bırakan bir anlatım yok. Olaydan, hareketten ibaret. 50 sayfa giriş gibi geliyor okuyucuya, "devamı?" diyorsunuz istemeden. Bu tür hikayelerde insan psikolojik bir yan arıyor, "edebiyat yapmak" diye tabir edilen bir güzellik arıyor. Ya da en azından ben arıyorum. İç dünya denilen şeyin derinliğini bilmek istiyorum. Bu, varsa bile çok az var bu kitapta. Her neyse, benim "Bir Yıl"ım var, kalmak veya gitmek için. Budur bu kitabın kapağına gözümü daldıran neden.

Not: Kitap şarkı kadar neşeli değildir. Ne var ki bu şarkı neşeli olmasa daha çok sevilebilir. "Belki de yanlış bir Leyla" kısmında, dinleyicideki yutkunmadan bellidir.

Haziran 15, 2012

III - Yaşamın Ucuna Yolculuk

Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey, benim gerçeğimle bağdaşmayan bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin “medeni durum” dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiçbir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene ayak uydurmak o denli kolay ki… Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için hiçbir değeri yok ki.. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz.Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olunmayacak bir insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanı ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.(...)

Tezer Özlü

Haziran 14, 2012

evde yoklar

ben hep derim ki. ben hep bir şeyler derim. bazı geceler sevmediğim şarkıları dinler, sevdiğim şiirleri okurum. metin altınok'u alır meymenet sokağı'na götürürüm. hiçbir sakıncası yoktur.

http://youtu.be/z6LvFnuQxV8

Şubat 26, 2012

Siz Saatleri - Cemal Süreya

siz, saatleri yaşadınız. zamantaşlarını. niceldir saatler. adsızdırlar. renklerini, kokularını kişiselliklerden alırlar.
aylar birbirinin içinden yürüyebilir. ağustosta bile marta gönderme vardır. yine de gönderme mevsim mantığıyla sınırlıdır.
günlerse bambaşka. bir günün öbürünün önüne geçmesine izin yok. günün gizi hem kişiselliğimizde, hem de onun kendi kişiselliğinde.
siz, saatleri yaşadınız. henüz sözcük haline dönüşmemiş, ya da bir sözcük karşılığı oluşmamış durumlar yarattınız. tanığınızım.
aylar ayları açıklıyor.
saatler saatleri kum saatiyle açıklayabiliyor.
açıklanmayan tek şey aşk: en büyük sayrılık ve en büyük sağlık.
günü tam gelmemiş olarak bir yanını gizleyen duygu.
denetçi anlamaz, tarihçi atlar, terzi bir araya getiremez, sanatçı elden kaçırır.
kent yıkılıyor. sokaklar uçtan uca kazılmış. sesimiz radyasyon içinde. mühendisler geldiler; kedi resmini bile cetvelle çizerler. gözlem evinde art arda mevsimler sökülür.
mahşerin ortalık yerinde size rastladık. elinizi şuramıza koydunuz.
sürgündük. göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiş gibiydik. yanınızda göçmen olduk. bir yerleşmişlik duygusu ki, hırkamız yazlık sinemada iliklenir.
güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyordu.
gerçek neydi biliyor musunuz: her şey.
yüz yıl sonra bu gün yaşayan hiçbir anne, hiçbir sevgili, hiçbir bebek, hiçbir bıldırcın, hiçbir balina, hiçbir örümcek, hiçbir aslan, hiçbir ceylan, hiçbir yılan var olmayacak. ayrı bir kardeşlik kanıtı değil mi bu? hayat kanıtı. birbirimizin her yönden çağdaşıyız.
siz tebeşirle kara tahtaya ne güzel yazan.
kuzular için özel bir bölüm açmayı da hiç unutmayan.
saatlerle yaşadınız. düşlerinizde doğulu bir ressamın elinden çıkmış ağırlıksız yapraklar.
kızböceği de göründü. gece de uçmaya başlamış.
bakır kaptan günlük kokusu yayılır.
geceyle birlikte.
gece de.
sen serpin, sen nuri, orda burda nasıl dolaştırdınız. benziyordunuz. aynı kişi miydiniz?
iki din var: siyah ve beyaz. gerisi?

Ocak 19, 2012

oturmuş da hayal kurar, bütün insanlar gibi

Evimizin biraz ötesindeki gözlük fabrikasında çalışmaya karar verdim. Tok karnına mesai, işçilere kötü muamele, azar, küfür, baskı ve ellerinden alınan haklar. Görmek istiyorum nedir bu Kayserili patronun derdi. Nedir onun anasınıfı çağına bile gelmemiş erkek torununun veliahtlığındaki muhteşem kibir. Burası, civar yerlere bakarsak varoş diyebileceğimiz bir yer. Mimarsinanla Obaların arasına sıkışıp kalmış ve görünüşe bakılırsa ikisinin karışımı bir yer. Buradaki kadınların büyük bir çoğunluğu evde işleme yaparak mutfak parası çıkaran, dikiş nakış kurslarına giden, çocuklarını okula götürüp getiren, bahar aylarında betondan ve çamurdan nasibini almamış yeşilliklerde piknik yapan, kendi halinde kadınlar. Bir kısmı işte bu söz ettiğim fabrikaya gider. Kayserili fabrikatör, ufak tefek, kel, kusuruma bakmasın ama pislik bir adam. Bu zat-ı muhteremin iki oğlundan biri herkesin gözünde büyüttüğü, korktuğu ve sesini dilediğince yükseltebilen bir insanken diğeri, fabrikada çalışan "abla"larına davranması gerektiği gibi davranan, meslek ahlakından haberdar biridir. Ben ise işçi marşını söylerken işçilerin eve dönüşünü gördüğümde bir parça içi burkulmuş biriyim. O kadınlara Ahmet Kaya'nın Kadınlar'ını anlatmak isteğindeyim. Birbirinden neşeli ve renkli kadınlar olduklarını bildiğimden susturulmalarına katlanamıyorum. Bütün dünya işçilerinin birleşmesini desteklemekle beraber bütün dünya kadınlarının da birleşmesi gerektiğini savunan biri olarak, işçi kadınlar konusunda hassasiyet gösteriyorum. Bayramlarda verilen izinlerin, bayram bitip gittiğinde karşılıksız mesai olarak geri dönüşünden tutun, mesai saatlerindeki işçinin ihtiyaçları aleyhine konulmuş yasaklara kadar her bir noktayı takip ediyorum. Benim isteğim tamamen saha araştırması yapmak değil, sahayı biraz bilinçlendirmek. Tabii o kadınların ekmeğiyle oynamak konusunda ciddi tereddütler yaşamakla beraber risk almak gerekiyor. Ezilen işçi emekçinin çilesini yakından görüp not etmek, öyle alık alık izlemek değil istediğim. İçinde bulunmak. İçinde bulunup, içini değiştirmek. Pek mümkün değil gibi gözükse de bence mümkündür. Kayserili patronu değiştirmek, düzenini bozmak gibi bir amaçla da gitmek istemiyorum. Oradaki kadınlar haftada bir birbirlerini yiyen, kendileriyle alıp veremedikleri olan kadınlar. Kenar mahallede işler kadınlar arasında da böyle yürür. Onlara bunu yapıp birbirlerini yiyeceklerine, potansiyellerine daha uygun bir hedef göstermek istiyorum. Evet işte tam olarak orda, bakın hanımlar, kel esmer kısa boylu herif. Bilseler, evden her sabah çıkıp geldikleri şu fabrikaya, yanlarında taşıdıkları nefretlerini doğru hedefe yönelterek gelecekler. Çünkü biliyorum buralarda nefretsiz kadın olmuyor. Dişinden tırnağından arttırma, saçını süpürge etme gibi dile gelen klasik şeylerin ve bazı bazı "apartman boşluğuna bir aile kurma"nın vermiş olduğu nefret var. Halbuki bu nefretin onlara kazandıracağı direnişi uyandırmak, bir yerden bir şeylere başlamak demek. Bunu biliyorum. İçlerinde bir ses çıkarma isteği oluşturmak, bir adım demek. Bu sesi oluşturana kadar geçen süreç zor olacağını düşünmüyorum. Bir şeyler hissetmek, hissettirmek, bir duyguyu harekete geçirmek zor değil. Emek vermek ve emeğe kıymet bildirmek hususunu hepsi iyi biliyor. En basitinden evlerindeki dantellerden gideceğim, içlerindeki o duyguyu dürtmek için o dantelleri bile kullanacağım. Onlara Ekmek ve Gül programından bahsedeceğim. O programdaki kadın duruşunu anlatacağım, onlara onları anlatacağım. Fazla hayalperest gibi geliyor olabilirim. Bunu düşünürken, tasarlarken bile içinde bulunduğum ruh halinin, gerçekleşmesi güç bir şey olmayan bir işin peşine düştüğünü hissedebiliyorum. Kadınlar konusunda söyleyecek daha çok şeyim var. Bu sadece gözlük fabrikasıyla ilgili olan küçücük bir bölüm. Hepsi bu.


( "göremez bilemez bu masa nerede durduğunu, apartman boşluğuna bir aile kurduğunu" büyük ev ablukada - tayyar ahmetin sonsuz sayılı günleri )

Ocak 18, 2012

Bir Kez Erlerin De Dediğince Bu Kız Elmalı Bir Kaptan Olmalıydı

Hayatın dibini görmek,
Balığı tutsak etmek, kendini kafese koymak...
Çocuğun zorudur masalar altında
Bunun üzerine bir kırmızı çapraz için
Karanlığın alnını karışlamaktır zaman.

Oysa gerçek yasaktır.
Kireç kuyusuna düşmüş ağız yanık,
Dalga boyu bayrağı yırtık ötemez,
Ötelere...
Alıkonmuş artık denizden,
Kıskıvrak derinliğe bağlanmış av.
Kolları devinemez çöle karşı,
Kuşkulu sahiciliği bile,
bu elmalı kız kaptanın artık.


Nilgün Marmara
Temmuz, 85


daktiloya çekilmiş şiirler - everest yayınları