Ağustos 12, 2013

çemberimde gül oya


 uzun süredir bu kadar uzun süre televizyon izlememiştim. 14.45'te, kanaltürk'te. bugün ilk bölüm vardı. siz de izleyin. yalnız izlerken eksik bir şey var. heyecanlanıyorsun. mehmet yurdanur'a öyle bakmasa belki öyle olmaz. bu mehmet de. ne çocuk. ne adam. yurdanur su içerken o lüks yerde, eli titrerken, sakin ol derken mesela. o sevecenliğine almak. şu kantinde, şu masada
"gözler var:
buğdayları güneşli bir harman manzarası gibi bakıyorlar.
ve sonra ikidebir
ve sonra yine o göz:
inatla ve ısrarla bakan
ve yarılmış kaşı
ve pınarından sızmakta kan"


devrimci karakter zaafı değil mehmet'e olan sevgim. diğer dönem dizilerinin hiçbirinde böylesi etkilenmedim. incecik sevmek diye bir durum var, tül perdeye rüzgar değer de titrer, öyle bir şey. oyunculuk müthiş falan demek istemiyorum. artık her gün izleyebildiğim bir dizim de var. yalnızız. mühim değil. konak hakkında bir şeyler yazacağım, beni en heyecanlandıran şeylerin başında o var. piano piano bacaksız'daki gibi. yalnız bir yerde geçen çocukluğum -bakın yine yerli yersiz bu güzel şeyi kullanıyorum değil mi? tiksindiysen siktir git. çocukluk. al bir daha yazdım. ben de tiksindim. hepinizden- ne diyordum? yalnız bir yerde büyüdüm. hayatta en derin özlemim mahalle. sokak tepelerindeki çamaşırlar beni bu yüzden bu kadar heyecanlandırıyor. yoldan geçen arabaları saymak, sıvasız boş apartmanlara bakmak gibi boktan şeylerle vakit geçirdim. o boşlardaki çatılara konan martılar, tarlalar marlalar yine sizlerin tiksindiği şeylere dahil bunlara hiç girmiyorum. hiç başım ağrımaz bilen bilir. baş ağrımı durduramıyorum. ağrıdan uyuyamıyorum. uyuyunca uyanamıyorum. sikerler öyle işi? oh mis bol bol küfür. onno tunç. bir şey olmadı. yani olmuş bir şey yok. tribe girdim. ergenlik. bilirsiniz. keşke artık sizinle konuşmasam. keşke artık kopup yalnızlığımdan, kopup sonsuzluğumdan. buraya yazdıklarımın hiçbiri edebi bir nitelik taşımıyor korkmayın. zaten taşıyanlar da sik gibi sakinliğinizi koruyun.

"bir kitaba bir cüz olamadım"
girdiğim tribin didem madak dizesi. başım gerçekten ağrıyor. yine bilen bilir papatya çayı bendeki çeşit çeşit huysuzluğu dize getirir. yemedi. yemiyor. siklemiyor. bana mısın demiyor







Ağustos 01, 2013

Buğdayın Türküsü

Yeni Türkü'nün ilk albümü Buğdayın Türküsü eylülde yeniden çıkıyor. En ilk, Zerrin Atakanlı, Selim Atakanlı, Ankaralı haliyle! Ünlem mutluluktan. Mamak Türküsü de aynı mutluluktan. Özgür'e yazdığım yıllıkta bahsi geçmişti. Bu öyle güzel oldu ki. Tam da Ankara'ya gidiyorken, hem de eylülde, o kadar güzel oldu ki!

Darısı Çağdaş Türkü'nün başına.

marina abramovic ve ulay



erkan oğur öyle güzel "uzun da geceler/ dilim yari heceler" diyor ki hiçbir şeyi hecelemiyorum.

"baktım olmuyor bir kenarda kafama sıkarım"
sıkamam. kafamı hissetmiyorum.


Temmuz 24, 2013

ne yapmıyordu asla başroldeki kadınlar?

"bir kitaba bir cüz olamadım/ yukarıdan aşağı, yedi harfli battal boy bir intiharı denedim/ hiçbir bulmacayı tamamlayamadım" pollyanna'ya son mektup

didem madak bir şeylerin kadınıdır, daha doğrusu bir şeylerin şairidir veya birleştirirsek o hep bir şeylerin kadın şairidir. kadın şair. şairi kadın gördük mü kadınlığının altını çizmekten kendimizi alamıyoruz. bizim için üç yapraklılar içinde dört yapraklı yonca. elde mi değil kadın olduğunu belirtmemek? aslına bakarsanız bu yazıyı didem madak'ın beni sinsice gizlice fark ettirmeden mutfağa sokan, mutfağa sokmakla da kalmayıp mutfakta ağlatan kadınlığına saygıyla, sevgiyle yazıyorum. kadınlığın şiirdeki büyüsüne, domates çorbasına, karnabahara, elma kabuğuna, tarçına, sarımsağa kendimi kaptırmışken bunu yermek ikiyüzlülük olur. bunlar feminen şeyler değil ki, diyebilirsiniz. haklısınız da. size ne hissettiğimi nasıl anlatmalı; saçında çiçekli bir bandanayla mutfakta yemek yapan, balkonda çiçek sulayan, şiir yazan çocuk ağızlı bir kadın hayal ettirmiyor mu didem madak? asıl karşı çıkış asıl anarşi bu dediğim bile oluyor. okuyan yazan kadının ev kadınının görevleri diye adlandırılan birçok şeyi reddedişi, o özgür ruhun getirdiği "anne benim koşmam gerek istemiyorum pilav yapmak"ları birdenbire çürüyor. didem madak sarımsak kokan ellerle şiir yazılabildiğini, bi'nevi "çocuk da yaparım kariyer de"ciliğin en şair halini getirip duvar gibi önümüze koyuyor. ama bu saçma, diyebilirsiniz. evet orkid reklamının cingılını kullanmam ve nil'den alıntı yapmam gerçekten saçma oldu.
virginia woolf'tan beri barut gibiyiz ey zenan. bu bende bir tür hayır!a dönüştü. haklı bir hayır. didem madak sarımsak kokan ellerle şiir yazılabildiğini, derken tam da bundan bahsediyorum. ergen aklıyla mutfaktan kaçmışlığımın acısını çıkarıyorum. marketlerin mutfak eşyası reyonlarını turluyorum sürekli. didem madak'tan önceleri anneme kendi mutfağım oluncalı şeyler söyleme adetim devam etmiyor. bu artık bir kırılganlığa dönüştü didem madak'la, lafını bile etmiyorum. yalnızca dün değil ondan önceki gün kızartmada yağı çok kullanırsam annemin dırdırıyla uğraşamam deyip de yağı korka korka kullanınca, üstüne üstlük yağı az kullandığımı annem hanım söyleyip yağı boca edince, bütün o yağı kullanırkenki tedirginliğimi düşünüp ağlayasım geldiği için burası benim mutfağım değil ki dedim.

"itiraf etmek gerekirse
domates-biber biçiminde tuzluklar aldım pazardan
kalp şeklinde kül tablaları
kalbimde söndürülmüş birkaç sigaradan kalan kül
yetmezdi yeniden doğmaya.
orhan gencebay dinledim itiraf etmek gerekirse"

başlığın da cevabını vereyim,
"karnabahar kızartmıyordu asla
başroldeki kadınlar"

yönetmenler başrollerdeki kadınlara karnabaharlar kızarttırsınlar.

otuz birinci istanbul tüyap kitap fuarında, metis yayınlarında elinde pulbiber mahallesini görüp didem madakları bulamıyorum nerden buldunuz acaba dediğim ve ahlar kalmış sadece getireceklermiş bu son pulbiberdi deyip de benimle bir hayal kırıklığını paylaşan çocuğu unutmuyorum.

domates çorbası sevmem ben.


Temmuz 20, 2013

leyla erbil'li bir yazı

leyla erbil'i ilk kez tezer özlü'yü delice sevdiğim zamanlarda tanımıştım. tezer'in, yky'nin tanımladığı gibi gamlı prenses ya da oğuz atay'ın dişi versiyonu olmadığını anladığım ve bu tanımlamaları yersiz bulduğum bir dönemdi. "tezer özlü'den leyla erbil'e mektuplar"dan haberim yokken ilk baskısıyla sahafta karşılaşıp çok mutlu olmuştum. tezer'i de ferit edgü'ye gönderdiği mektuplarla tanımıştım ilk, her şeyin sonundayım'la. bu mektuplara geçmeden leyla erbil "benim gözümle tezer özlü" kısmındaki son aşk'ta tezer özlü'nün hans peter'i ona nasıl tanıttığını anlatıyor. işte leyla erbil'i burdan sevmeye başlıyorum. bu anıyı tutup saklamasından ve bu ânı böyle güzel anlatmasından başlıyorum:

"  'bu adam benim ölümüm leylâ' diye tanıştırıyor sevgilisini. 'bak bak bu benim ta kendim! kafatasım bu; kendi ölümüm!'
hans peter'e bakıyorum ince, uzun bir yabancı. bahçe yılanının sırtı gibi aynalanan ipek montunun içinden hafifçe sırıtıyor. (...) 'yalnız bunun gözleri mavi, haklısın ölüm mavi gözlüdür' diyorum, bir şeyler demiş olmak için. tezer'de benim görmeye alışık olduğum öfori'yi, hans peter'in nasıl karşılayacağından kaygılanıyorum azıcık ama onun genç kuşak bir avrupalının dünyayı sıkı bir biçimde tanımışlığının getirdiği olgunlukla şefkatle ve hayranlıkla tezer'i izlediğini görünce rahatlıyorum.
adamın elini alıp kendininkiyle yanyana koyuyor tezer, 'bak bak,' diyor, 'cildimizin rengi, damarlarımızın kabarıklığına, yeşiline bak nasıl birbirinin eşi, şu dolaşımın haritasına bak, ölümüm bu benim!'
hans peter'in kolunu montuyla birlikte dirseğe doğru sıvıyor, gösterdiği dokuların arasındaki damarların akışına bakıyorum, gerçekten de tezer'inkiyle eş. dayanamayıp kendiminkine de bakıyorum, benimki onlarınkinden değil.
hans peter, o tuhaf renkli montunun kollarını indiriyor. bu montun öyküsü de ünlü. ilk kez berlin'de bir barda, uzaktan bu tuhaf yeşil renkle adeta büyüleniyor tezer, kalkıp bara gidiyor ve tanışıyorlar. hans peter, kanada'dan o sıra tatile gelmiş. tanıştıklarının yirminci gününde kanada'ya dönüp her şeyini satıp savıp berlin'e yerleşmiş oluyor genç adam. aşkları böyle başlıyor onların; yirminci yüzyılın hızına uygun olarak. 'bu rengi giyebilen bir adam sıradan olamazdı zaten oradan anlamıştım!' diyor sık sık, sürekli anlatıyor: 'berlin bursunu sanki bunun için kazanmışım, bu adam için gitmişim, iki kocamda da bulamadığım o şefkati bulmak için, aldım getirdim onu işte! ölümümü bulmaya gitmişim sanki…'
damarları anlıyorum da neden, 'ölümüm' anlayamıyorum bir türlü. soramıyorum da…”

ne zaman okusam etkileniyorum. çünkü'sü var fakat burda bu çünkü'ye gerek yok.
sonraları leyla erbil'in tuhaf bir kadın'ını aldım okudum. pek nadir bir kitabı aldığım gibi okumaya başlarım. insanlara nasıl ki başlarda -alışana kadar- yabanilik yaparım, rahat edemem, hemen kendimi açamam, kitaplara da öyleyim. hadi insanlara güvensizlik de korku de bana özgüvensizlik de kitaplara ne diyeceksin. ne bileyim bodoslamaya karşıyım herhalde. konudan sapıp yine kendimi anlatıyorum istersen okuma. neyse kitabı daha farklı beklemiştim. örneğin bardaki atatürk size genelev açtı ki bizi rahat bırakın'vari bir cümle vardı, hala yadırgarım, sanırım romanı çok sevebilecekken orda bir buz attılar üzerime. okurken ince eleştiridir ironidir belki demiştim. daha sonraları leyla erbil'in birgün'deki röportajında gördüm bir kemalistlik orda da sezdim. şimdi kesinlikle değildir diyen tkp'li, ödp'li hevallerimiz kusura bakmasınlar. kadın öldü ben kemaliz memaliz diyorum üzerimde bir haysiyetsizlik var. özür dilerim. çok utandım. gerçekten.
tuhaf bir kadın'da mustafa suphi'li bölümleri, çok sevdiğimi hep belirttiğim, bu blogta/blogda ah minel aşk'ta da adı geçen özgür'e de gösterdim okurken. o bölümleri yer yer beraber okumuştuk. mustafa suphi'nin ölümünün peşine düşen leyla erbil beni iyi etkilemişti. ama asıl ırmak zileli'nin kitaptan çekip çıkardığı bir cümle vardır(ırmak zileli'yi de sevmeye burdan başlamıştım), bana grup yorum'un insanların içindeyim'ini hatırlatmıştı okuyunca. o parçayı utandırır, utandırmakla kalmaz yerin dibine sokar, yüzünü yere eğdirir: "insanları seviyorum sözünde bir utanmazlık, hatta bir küstahlık seziyorum ben ama ne olduğunu çıkaramıyorum?"
o ne güzel ne olduğunu çıkaramamaktı ki öyle okuyunca beni heyecanlandırmıştı. coşmuştum. aynen! vallahi ben de! demek yeter mi hiç? hiçbir şey dememek yeter yetse yetse.

"bizler belki de kendi kendilerine yaşaması gereken, ama belki de toplumumuz buna elvermediği için evlilikler yapan kadınlarız" diyor tezer özlü, 3 ocak 1985'te zürih'te leyla erbil'e yazdığı mektubunda.

(mine söğütle bahadır baruter'e, ahmet büke'yle asuman kafaoğlu'na, yonca şık'la ahmet şık'a bakınca mıdır nedir evlenesim geliyor. bir acayip oldum, karşılıkta esnedim, bunu eklemek istedim)


Temmuz 18, 2013

Kahrolsun Yoz Müzik / Tabiri Caizse Babalar ve Oğullar

Türkiye'de deneysel müzik başlıklı bir yazı yazmayı çok isterdim fakat o kadar da yetkin değilim. Hatta bu yazıyı yazarken bile birçok hataya düşeceğimden eminim. Deneysel müzik deyip de Pilli Bebek'e kadar giden bir yazı okuyacaksınız. Ne alakası var'lar havada uçuşacak.

Şimdilerde bayıla bayıla dinlediğimiz psikedeliklerin yurdumuzdaki atalarından, 60'lı 70'li yıllardaki psikedelik folk/anadolu rock/işte ne olduğunu da hala, yatıp kalkmama rağmen pek bilmediğimi düşündüğüm müziğin azıcık ucundan bahsetmek için bu yazıyı yazıyorum. Bu adamların unutulmuş olmasına tepkiliyim. Bu tepkinin zaaftan doğduğunu da söyleyebiliriz.

Replikas'ı halk müziğinden devşirme parçalarla seven biri olarak kendimi tutamayıp geçen gün Çığrışım'dan Kars'a Giderim Kars'a için şuna da bir el atın yazdım twitter'dan. Sağolsunlar fav'ladılar. Aya Bak Yıldıza Bak'ın Haramiler versiyonunu, Bir Ayrılık Bir Yoksulluk Bir Ölüm'ün Ersen ve Dadaşlar versiyonunu, Suya Giden Allı Gelin'i de Cem Karaca ve Apaşlar'lı haliyle söyledilerse Kars'a Giderim Kars'a'yı da pekala Çığrışım'lı haliyle söyleyebilirler. O fav'la dinleyiciye umut verip de söylemezlerse dinleyiciyi çok üzerler. Söylerlerse de bak bak ben demiştim demem. Niye bunun ekmeğini yiyeyim? Hele ki gezi direnişinde çıplak adamın fotoğrafını ilk çeken adamın bunu soundcloud'ta bir mix'in altında söyleyecek kadar bununla reklam yaptığını görmüşken. Ne bekleyeceğim insanlardan "aferin sana" mı? Alkış mı? Parmakla gösterip "işte o!" mu diyecekler? Bir şey bir kere söylenir. Bokundaki boncuk da çıkarılmaz ki. Ayıp. Suya Giden Allı Gelin'in Replikaslısı bana acayip gürültülü geliyor, bunu da söyleyeyim. Kafam kaldırmıyor. Emekliye ayrıldım zaten birçok şeyde. Radiohead'i anılandı diye bıraktım. Çok sevdiğim bir gömleğim kanlansa, o kan kumaşta kurusa üzülerek çöpe atardım. Kan o vişne suyu lekesi değil ki. Neyse bu kadarı yeter.

Mavi Işıklar'ı, Haramiler'i, Çığrışım'ı, Kaygısızlar'ı, Ersen ve Dadaşlar'ı, Kontlar'ı tut cover'sal anlamda Replikas'a vur. Ama Replikas'a bir baba bulacaksak Bunalımlar derim. Taş Var Köpek Yok beni en çıldırtan şeylerden biri(Replikas versiyonunu da varın siz bulun). Aslına bakılırsa bir baba-oğul ilişkisi doğru değil, "babalar" vardır.
 Zamanında her biri birer bidıls birer pink fıloyd olan memleketim grupları bugün kimlere tekabül ediyor derseniz -bence- Nekropsi'ye, Gevende'ye, Fairuz Derin Bulut'a (arabesk işlerini bahsettiğim şeye dahil etmeyeyim, onlar dışında, bir Saklambaç dinleteyim mi yahu çok heveslendim ilk dinlediğimdi benim, bir de hastaydım iyice kafam uçmuştu, Saklambaç), Baba Zula'ya, Ayyuka'ya diyeceğim ama çok da abartmak istemiyorum, Pilli Bebek'e, Kesmeşeker'e diyerek kafamın yandığı tespitlerde bulunabilirim. Nekropsi'yi de yazı boyunca hiç kullanmayacağım belki aklınıza takılır dinlersiniz diye yazıyorum, açın ordan bir Harf Devrimi bakın nasıl seveceksiniz. Sevmediniz mi? Canınız sağolsun. Sevebilirim ama diyorsanız açın bir de Erciyes Şokta'yı ya da Çarklar'ı deneyin. Onları da kendiniz açın.

Eskilerden Hardal'ı tut, Pilli Bebek'in, Kesmeşeker'in yanına koy. Hardal'dan yirmi sene sonrası bunlar. O sonranın yirmi sene sonrası da şimdi, şu an, bu yıllar.

Mozaik. Cânım Mozaik!
(eteğe bayıldım)

Mozaik'i Gevende'nin tanıdığını bildiğini biliyorum -Ayşe Tütüncü'yü tanıdıklarını biliyorum aslında tam olarak Mozaik'i değil, bak o güzel etekli olan, en sağdaki de Sumru Ağıryürüyen, demirbaş Ayşe gerçi. Tabii şimdi Ayşe nerde, burda, Sumru da orda. Yine Mozaik'ten Ümit Kıvanç'la Levon da (şu laci gömlekli olan). ulan orda da yok yok zaten- ama Mozaik'i ilk dinleyen birinin onlara eskilerin Gevende'si dediğini düşündüler mi bilmiyorum. Kör Uçuş'u dinlerken aklıma bu gelmişti. Aslına bakılırsa eskilerin Baba Zula'sı da. Baba Zula kadar çılgın değiller tabii. Şimdi bir araya gelmiş olsalardı bunlar gibi olurlardı. "Zamanın ruhu" diyorum. Gevende eyvallah bizim Sigur Ros'umuz(muş). Ne Sigur Ros'muş. Bir tek parçalarını bilirdim, adı da bizim dilde yeni şarkı anlamına geliyordu, sabahlarımı bir tuhaf yapardı. Mozaik'le Gevende arasında nasıl bağ kurdun da diyebilirsiniz. Ay ne bileyim ben! deyip ağlayabilirim.

Mantıklı bir yazı yazmıyorum inşallah bir müzikologa denk gelmem. "İçimden geldiği gibi yazıyorum" çok ciddiye alırsanız hayal kırıklığı olabilir. Belki bir insan evladı daha Mozaik'e bakıp Gevende'yi hatırlatıyor diyordur. Ben ölene kadar bu absürt fikirde yalnız mı kalacağım? Hiç de absürt değil, sırf biri "ya bi siktir" derse diye öyle diyorum. Öyle kendi kendime konuşuyormuş gibi hissediyorum ki şurda bir ikiyüzlülük bile yapamıyorum. Kulağım olduğu kadar bilgim olsa belki ispatlardım da ispatlayıp ne yapacam.

Feylesoflar'ı da batıya iyice öykünmüş olarak görüyorum. Bir grup adı olarak çok hoşuma gider hep Feylesoflar. Nasıl ki şimdilerde 123 ağırlıklı olarak İngilizce'yi tercih ediyor bunlar da biraz öyle. 123'ü Feylesoflara bağlayacak kadar şaşırmadım henüz. Çakma bidıls tabiri kullanılacaksa illa bir grup için bu Feylesoflar olabilir. Bu aşağıladığım anlamına gelmiyor, bu ifadeleri genelde eskiye duyulan sempatiyle kullanıyorum. Biz İnsanlar'ı dinlediğinizde "güzel değil ama sempatik"diyebilirsiniz. 123 demişken Dilara Sakpınar sadece yalınayaklığından dolayı bile sevilir. Açayım size bir Binalar? Orda yalınayak mı bilmiyorum.

Daha çok şey yazabilirmişim gibi geliyor ama doğru düzgün bir arşiv oluşturamadım Mozaik dışında bu kadar zaman, bana da yazıklar olsun. Bir ara da Ağrı Dağı Efsanesi'nden, unuttuklarımdan bahsederim. Hatta bak: Deli Gönül Neylersin (1972)

üf. başım döndü. yine yazarım.



Temmuz 04, 2013

ororotsayin

acıdan cenine döndüğüm dönem diye bahsettiğim dönemin acılarını küçümsemiyorum. acılarımı küçümsemiyorum. o dönem, o gelecek uzun sürer deyip durduğum dönem için, asla. ama her şeyimi piç gibi ortada, burada bırakıyorum.

Temmuz 02, 2013

Santuri Leyla Hanım'ın Tecellisi


(yaptığım tüm göndermeler için açıklamalar bölümü aşağıdadır)

Tek’e indirgenen “İçimden bir ses…” büyük bir aldatmacadır. Duyduklarımızın sahibi, kuşkusuz, ruhumuzun avlularında çalıp söyleyen bir gevende. Orhan Kemal’in kahramanı olan kızlardan birinin yarattığı parasız yatılılardan oluşan gevendenin müziği, uykularımdan taşıyor. Rüyamda bir kadın oturmuş –oturmamış da olabilir- gündüz düşlerini anlatıyor; yalnızca ses. 

“Bakın” diyor, “Bakın bir kez olsun düşünün”. Devamında ne diyeceğini duymamak için kulaklarımı ellerimle kapamak istediğimi duyumsuyorum. “Bakın, bir kez olsun düşünün” Artık bir kez olsun düşünülmeyen hiçbir şey kalmamış gibi. Sanki düşünülmesi gereken her şey defalarca düşünülmüş, sonsuz kere düşünülmüş. Yine de insan düşünmenin doyumsuzluğunda yitip gidiyor, yitip gitmekte ısrar ediyor. Ben ısrar ediyorum; ses ısrar ediyor, son dakika haberi verir gibi aceleci:  

“Seniha Hanım’ın çamaşır iplerine eteklerinden tutturulmuş bir oyuncak bebek sabahın altısında kramp gibi giriyor bir evin penceresinden içeri, bir kadının gözleri takılı kalıyor iplerde. Aman diyeyim efendim, ne iplerin ne bebeğin ne de sabahın altısının haberi var, sessiz olalım, rica ederim. Seniha Hanım’ın vakitsiz uykulardan uyandırılmasıyla birlikte her şey toparlanıp giderken iplerden, kadının tedirginliğinin son durumunu kestiremiyoruz. Seniha Hanım’ın bütün içlikleri toplayıp bebeği iplerde bırakmasıyla daha da netleşen bir altıyı yirmi geçeyle ne yapılabilir? Seniha Hanım o bebeği içliklerle henüz karnı nemliyken almış olsaydı ipten, tiz bir ağıt gibi duran dudakları kadının, ne yapabilirdi? Baktıkça mücrim gibi titrenilen istikballere inancını yitirmiş elleri ne yapabilirdi? Seniha Hanım’ın, köyden kente göçün hısım akraba bedduasıyla şehre uğurlanmış evlilikler kategorisindeki evliliğinde ne yapılabilirdi? Taze evliler, yıllar boyu ekşi hemşehri suratı görmektense köyde kalabilirdi. Toprağa ihanet etmemek adına aldıkları bu karar herkesi memnun edebilirdi. Belki o zaman Seniha Hanım bu bebeği salı pazarından almaz; Kırçılların Seniha eskimiş basmasından dikerdi. Belki o zaman kuruması için balkonun iplerine değil, kırmızı toprakla sıvanmış damın iplerine asardı. İşte o zaman, bu bebek bir eve pencereden sabahın altısında kramp gibi girmez, yalın ayak köy çocuklarının aklına öğle sıcağında sıcak çekirdek isteği gibi düşerdi. O zaman bizim gelin, isimleri coğrafyalarıyla uyumlu bu çocuklar için tüm eski basmalarını feda ederdi. Ama ne yazık ki Seniha Hanım’ın ne sabahın altısından haberi var ne de eskimiş bir basması... Hoş, yeni bir basması da yok. Oysa isimleri coğrafyalarıyla uyumlu o çocuklar hala ordalar.” 

Shakespeare haklıysa ölmek ve uyumak konusunda, rüya vuslattır ölüme. Ölümse tek vuslattır yerkürede kendine. Flaubert’in hazımsızlık teşhisi koyduğu kabuslarsa ya vuslatların cerhi ya da cerhlerin ceremidir.

“Sana küçük bir öykü anlattım, beğendin mi? Atlar vardı bu parkta, neredeler? Yaylanmaktan ve paslanmaktan başka, buna gitmek de dahil, ellerinden ne gelirdi? Pek tercih etmiyor muydu ulussuzlar? Ulussuzlar, o bir vakit yaşanılan pahasız dönemin kahramanları, şair beni affetsin sadece bebekler değil, çocuklar! O atlar, parkın ötekileri, çürüğe çıkarılmışları ve kırık da olsa gözdeliğini yitirmeyen kırmızı kaydırağın, gıcırdayan salıncakların yanında görmezden gelinmesi meşru kılınanları; sadede gelirsek senin payına düşenler. Artık yoklar mı? Sahi, ne zaman gittiler? Peki ya o güzel insanlar? Yoksa onlar da o güzel atlara binip de mi gittiler? Ulussuzluk döneminde elma çekirdeği yutardın, hatırlarsın. Toprağı mı kıskanırdın, elmayı mı çok severdin anlamazdım. Hala da anlayabilmiş değilim. Çıkmamıştı değil mi içinden elma ağacı? Elmaların bitti, çekirdekleri –şimdilik- meçhul.

“Bizim her hevesimiz kursakta yatılıdır Refik!” diyordu bir adam, sokaktan geçen. Elinde şıngırdayan siyah bir poşet ve yanında tahminen bir de Refik. Öylesine bir an, nasıl bir gün hatırlanmak üzere saklanır zihnin kuytularında? İki elma çekirdeği tutuyorum dilimin ucunda. Toprağı uygun hissedince yutacağım. Sonra da bol bol su içeceğim. Güneş çıktı mıydı en tepeye, gidip ağzımı açacağım. Dilim kuruyana kadar annem koşup gelecek. Koşup gelen senin annen mi benim annem mi? Çocukluğun için küçük bir anma töreni düzenliyorum, bana kızmıyorsun değil mi?”

Sesin yankıdan daha net, rüyadan daha gerçek tınısında bir hatırlayışa yenik düşmek, rüyayı sahici kılıyor; zihni ürkütücü. Ben de topraktan yaratılmıştım ama tam pişirilmemiştim anne. Ne yapılabilirdi, “Hiçbir şey!”den başka? Ne heves ne kursak ne de yatılılık bilirdim o zamanda. Tüm bunları o nasıl bilebiliyor? Nasıl bildiriyor rüyada?

Konağın merdivenlerinde oturan Yekta’nın, uykularından çalıp umutlarına verdiği rüyalar gerçeğe dönüşürken gecelerde, elbet umrumdaydı zahmetlerin en “gör diye!” yankılananı. Hepsi, yersiz beliren, zihnin düştüğü boşluklar. Hepsi gerçekten bu kadar mı? Bu kadar basit, bu kadar “boşluk” ha? Görme yetimi yalnızca uykularda kaybettim. Belki o da boşluğuna yuvarlanmıştır rüyalarımın, ne dersiniz boşluk’çular? Duymak var, uykunun karanlığında ablukaya alınmakla. Sesi duydum duyalı rüyada yaşamaktan kolları uzayan insanların halet-i ruhiyeleri hakkında bir araştırma yapıyorum. Asıl araştırılması gerekenler, kolları olduğunun farkına bile varmayan rüyasızlar. İki kolun, bir insanın ruhunu ele veren sayısız durumu var. Bu, duygu ispiyoncusu kol kullanım durumlarından en bilineni sarılmak. Fakat kolların işlevinin bununla sınırlı olduğunu sanmak, düpedüz farkında olmamaktır. Ey rüyasızlar, canım rüyasızlar; dünyanın bütün rüyasızları, birleşin! Derin bir uykuya dalın ya da rüya sandıklarınızdan uyanın.

“Ulussuzların, annelerinin peşi sıra yürürken uzamaya başlar kolları. Bir hayrete, bir direnişe, bir öfkeye, bir duaya, bir sevdaya, bir rüyaya kadar uzar gider kolları. Sayısız durumu var, mı demiştin? Sayısız durumu var. Dostoyevski’nin kadınları bugün vücut bulsa, bir rüyada bile olsa, kolları uzun ve ince mi olurdu dersin? Desdemona’nın kolları? Günseli’nin, Sevgi’nin, Bilge’nin kolları? Emma Bovary’nin kolları? Maria Puder’in? Alaaddin’in dükkanında, oyuncak bebekler içinde ölüsü bulunan Rüya’nın? Sahi, Rüya’nın ayakları otuz yedi numara mıydı? Peki ya kolları uzamış mıdır ölürken? Bu nasıl ölmektir ki insan bu denli dehşete ve masumiyete sokulur?

Bu kadınların birkaçı resimle mi ilgileniyordu, neydi? Ne zaman başlayacaksın resme? Ben de kabul ediyorum, bir giz var bu işte. Ama sanki kapağını kapatırken bir kitabın, bir odanın kapısını kendi üzerine kapatıyorsun. Demin seslendiğin rüyasızların kolları uzun değil belki ama kendilerine ait bir odaları var. Öyle çok odan var ki seni arayan hangisinde bulacak? Tabii, yazar senin gibileri hesaba katmıyor ki yazarken! Benimse ne aradığım ne de bulduğum var seni. Durduğum yerde duruyorum.”
Tanrım, ulussuzluğuna rüyaları dışında el konulan, seçkin ailelerin noksan çocukları için bir şey yapılamaz mı? Onlara şöyle denilemez mi: “İlerde bol bol bir ulusun dölü olacaksın yavrum, şimdi derhal pis ve kimliksiz bir çocuk ol. Bakarsın geleceğin, nefret illetinden yakayı kurtarır. Sen yanlış ellerdesin çocuk, uzat ellerini”

Tanrım, çiçeklerin ve kitapların doğru ellerde bulunması gerektiğini söyleyen, şu “geleceği elinden alınan adam”a bir mektup yazdım, okuyabilir miyim? İyisi mi hadsizlik etmeyeyim. Unutulan name-i mahremiyeti koruyayım. Bu adamın yaşamakla arama girdiği bir dönemde  öyle bir öfkeye kapıldım ki, onunla hiçbir yerde karşılaşmamaya karar verdim. Öfkem daha saatini doldurmamıştı ki boylu boyunca durdu karşımda. Bir “ha-ha!”lık acı bakışı vardı, görmeliydiniz. Tek kişilik dev bir dergide (met-üst) ‘sevinmeyin, daha ölmedim’ deyişi vardı, duymalıydınız. Öfkeme ne olduğunu sorarsanız, o an sahnede can verdi. Kendisi bir opera sanatçısıydı. Can verirken yüzünü elleriyle gizlediği görüldü. Geleneği bozmadık, onu Adagio’yla uğurladık. İnanın bana, bir öfke için bundan daha onurlu bir son görmedim. Tehlikeli Oyunlar’da, Albay “Rüyanın sonunu anlatmadın” diyordu Hikmet’e. Hikmetse yanıtlıyordu: “Belki de bu rüyayı hiç görmedim albayım. Belki de hiçbir şeyin sonuna katlanamadığım gibi, bu rüyanın sonuna da  katlanamadım ve seyretmedim sonunu. Küçükken, korku filimlerinin de yarısında çıkardım. Belki de bu rüyanın tam burasında uyandım.”

Sesim el kadar bir cihazın içine düşüyor; biletim ikinci, yerim bu vagon dışında üçüncü mevkii. On sekizinci yüzyıldan bir ses yükseliyor: “çünkü ruhumuz yokluk çekti”

Ey koca dünya! Ben sana değil, senin suretine aşığım. Telmihten kurtulabilirsem ölmekte başarılı olacağım. Ben, Santuri Leyla Hanım, Beckett’in dediği gibi “Sesi ve onu dinleyeni ve kendini tasarımlayan kişi. Eşlik olsun diye kendi kendini tasarımlayan. Bu kadarı yeter. Kendinden bir başkasıymış gibi söz eder. Kendinden söz ederek şöyle der, O kendinden bir başkasıymış gibi söz eder. Bu kadarı yeter. Aklın karışması da bir noktaya kadar eşliktir. Ertelenmiş umut hiç yoktan iyidir. Bir noktaya kadar. Yürek bezginlik getirene dek. Bu da bir noktaya kadar eşliktir. Bezgin bir yürek hiç yoktan iyidir. Parçalanıncaya kadar. Kendinden böyle söz ederken şimdilik şunda karar kılar, şimdilik yeter bu kadar.”

Amca niye haber vermedin? Neyi oğul? Amca görmedin mi bir şey? 73 yıldır görmedim. Kadın ölmüş beybaba karşında. Hangisi ölmüş? Bir kadın var amca, kulaklar da mı duymuyor? Deme evlat, iki ses duydum ben. Cinayet. Amca, ne yapacağız, sen ne iş yaparsın? Geçti bizden çocuk, kayıkçıydım. On üç damla gözyaşın da vardır amca, ben de vursam zaten kendimi vuracağım, haydi kalk gidelim. 

(hasgal okul dergisinin bu yılki sayısındadır. anlaşılamamıştır. dergideki son öykümdür. yazalı epey oluyor. umarım önümüzdeki senelerde daha anlaşılır şeylerle devam ederler)
--------------
bunu yapmak bana oldukça sevimsiz geliyor. yine de anlaşılamamaktan daha sevimsiz değil.

açıklamalar:

-orhan kemal’in kahramanı olan kızlardan biri: füruzan. parasız yatılı derken de yine füruzan'a gönderme var.
 
-vakitsiz uykulardan uyandır: "vakitsiz uykulardan uyandır beni" turgut uyar
 
-baktıkça mücrim gibi titrenilen istikballer: bunu açıklamalara eklemekten utanıyorum, bu kadar da anlaşılmaz olamaz. "titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime" kimseye etmem şikayet/müzeyyen senar
 
 -şekspir'in hamlet'te ölmek uyumak sadece  benzeri ettiği bir laftan bahsediyorum ve cerhli, ceremli, vuslatlı yerde şunu söylüyorum: rüya kavuşmaktır ölüme, ölümse insanın kendine tek kavuşacağı şeydir. flaubert, gustave flaubert. yerleşik düşünceler sözlüğü'nde birçok şeyi kendince tanımlamış ve kabus için de yanlış hatırlamıyorsam hazımsızlık demiştir. kabuslarsa ya kavuşmalardan kaynaklı yaralar ya da yaralardan kaynaklı ayrılıklardır. afili cümleler işte. büyük büyük laflar.
 
-ulussuzlar: "bebeklerin ulusu yok"tan çıkarılmış bir tanımlama. bahsedilen şair ataol behramoğlu.
 
-o güzel atlara binip gitmek: yaşar kemal'e selam
 
-konağın merdivenlerinde oturan yekta: reha erdem'in a ay filmindeki konak, konağın merdivenleri, yekta. gör diye: https://www.youtube.com/watch?v=AbMycCW15Co
 
-kolları uzun kadınlara örnekler. desdemona: othello'daki baş karakterlerden biri. günseli: tutunamayanlar'dan. sevgi ve bilge: tehlikeli oyunlar'dan. emma bovary: madam bovary. maria puder: kürk mantolu madonna. rüya: kara kitap'tan, kitaptaki ölümünden bahsettim. bu kitabı okuyun.
 
-geleceği elinden alınan adam: oğuz atay. o paragraf kurmaca değildir, o olay met-üst'ün ikinci sayısıyla yaşandı: http://gurbetekacacagim.blogspot.com/2012/10/selimcilik.html
 
-"ha-ha!": oğuz atay ha-ha'sı...
 
-opera sanatçısı zırvası sadece bir metafor, öfkeye yakışan. adagio, albinoni'nin adagio in g minör'ü. bana sanki her elit/sanatçı/yüksek zümre -artık ne derseniz deyin- insanın ölümünden sonra çalıyormuş gibi gelir: http://youtu.be/p8TkBM5DeHM
 
-üçüncü mevkii: trenlerde biletlerinin ucuz olduğu bölüm mü diyeyim ne diyeyim. sorun bakayım hiç şehirlerarası tren yolculuğu yaptım mı? vagon demişim mesela, kompartıman da diyebilirdim.
 
-çünkü ruhumuz yokluk çekti: bu bloga da başlık olan novalis cümlesi. novalis/geceye övgüler
 
-ey koca dünya!: turgut uyar'ın kırlardan geliyorlar şiirindeki nidaya selam.
 
-ben sana değil, senin suretine aşığım: metin erksan'ın sevmek zamanı filminin üzerinde kurulu olduğu cümle.
 
-samuel beckett'in eşlik'inden alıntı.
 
-kayıkçı, körlük, on üç damla gözyaşı, vursam kendimi vuracağım: attila ilhan, cinayet saati. ahmet kaya: http://www.youtube.com/watch?v=zzFiignZBG4

göndermeleri açıklayabilirim, öyküyü özetleyemem. şunu da belirteyim, bu kadar göndermeyi boş yere yapmamışımdır. öykü sadece göndermeden oluşmuyor(hadi canım diyecek gibisiniz. haksız sayılmazsınız). sonunda kadın ölüyor. bunda herkes hemfikirdir.


santurlu bir şey: http://www.youtube.com/watch?v=ntQd2A70B1k

Haziran 30, 2013

ne diyecem

geçen gün hayatta bir daha bir benzeriyle karşılaşamayacağımı bildiğim güzel bir adamın camel içtiğini öğrendiğim günün ertesinde kitaplıkta gözüme yaşamın ucuna yolculuk takıldı. alıp rastgele açınca ilk okuduğum şey buydu ve altı çizili değildi.
"ne güzeldi senin çılgınlığın"

Haziran 24, 2013

fosso necdat'a hasretle ilgili

"sevince ölesiye sevilir kalınırdı
gidince kırılmış bir dal gibi gidilirdi
sonra
şehirler uyur kalbim örselenirdi

ne diyarbakır anladı beni ne de sen
oysa ne çok sevdim ikinizi de bilsen

gidince upuzun kırılmış dallar gibi
üşürdü ömrümüz saçakta kuşlar gibi
kederden geberten hasret ezberlenirdi"

serde zeytinlik var, ağlayamam

Haziran 21, 2013

ama onların anısı vardı

ellerimde egzama patlak verdi. biraz ağlıyorum bu yazıyı her kim okuyorsa benden iğrenebilir. çünkü birkaç gün sonra ellerimin ne hale geleceğini gördüm. artık öpülmek ve tutulmak istenmeyen ellerim. bir daha öpülemeyecek ve tutulamayacak ellerim. anısı var! diye bağırmak istiyorum. bunların anısı var. ama onların anısı vardı. başlarına egzama megzama gelmesindi. zaten neden geldiği belli değilmiş. ağrıyorlar.
hani bir dışarda olsam hep yürürüm durmam diyip diyip/deyip deyip parmak ucunda egzantrik daireler çizdirdiğim ayaklarım. mantar sandım günlerdir çaba harcıyorum kurtulayım diye. ellerimin masa lambasının ışığında görülen belirtileriyle "her şey aydınlandı"
bir ellerimi bir de ayaklarımı bir tuhaf severim. biri yürümek diğeri kalem tutmak. bu iki eylem üzerine kurulu hayatım. göz desen miyop o kadar ilerledi ki bugün pazara gözlüksüz gidemedim. çekmeceye gözlüksüz gidemedim. kitapçılara gözlüksüz giremiyorum.
ağlıyorum kusura bakma ellerime epey üzülüyorum.
iki yıldır burnumun dibindeki denize girmiyorum. bu sene dedim gireceğim. nah girersin. sudan sabundan uzak duracakmışım. deniz çok da önemli değil, sevmediğimi de dile getiririm hep. vıcık vıcık sıcak, güneş, güneş yağı, kızarmalar, soyulmalar. kar yağsın kar. kars'a giderim kars'a. yağmur yağsın. işte onlar güzel.
sinirlerim bozuldu ağam ey çavuş ey beri beri bak
geçenlerde yine ben "içime attım" ve bütün kenar mahle teyzeliğimle dedim ki "çok içine atıyon atma bak kesin bir yerinden çıkacak" geçen sene de başka bir şekilde vücutta yer buldu birtakım şeyler. yine elimdeydi siğildi ağlamıştım ama geçmişti. egzama ömür boyu.
çavuşa da dadaş dön geri bak 

kaçış


Haziran 20, 2013

little darlin' ve yedinci mühür

çağrışım

şarkıyı da videonun görünen yüzündeki çağrışımdan ötürü dinledim.

böyle bir şey mi var acaba? tablo, kutsal kitap betimlemesi ve benzeri? mesela viridiana'da da son akşam yemeği'ne gönderme vardı. var mıdır?

bunlar bir yana 
 (çağrışımda sınır tanımamak: sen bir yana ben bir yana dostlarımız bir yana)
 yoruldum yort savullar.

dost, seni çok özlüyorum.
"özlemi anniyorum"

 bunu buraya yazdığımı kazara görürsen deftere layık görmedin de bloga mı yazdın it, deme.

Haziran 17, 2013

bir iz olarak "camel" üzerine

bir süre gizli gizli dinledim. kimden niye gizliyorsam. iki gün önce sınavda duvarın kafamın üzerindeki kısmında camel yazmasına kadar varan bir karşıma çıkma durumu var camel'in. duvardaki camel tekstil öğrencilerine yönelik bir camel'dı. silivri'de bilindik bir şeydir, köprünün az ilerisinde hep bekleyen bir silivri birlik mevcuttur. mevcut değilse bile öyle çok beklemezsiniz. hiçbir zaman eve dönerken, bir de otobüs bekleyecez şimdi, demedik bundan. durağa bakan tarafa da oturunca muhakkak bir şeyleri izlersiniz. fatih lokantası'nı, silivri ülkü ocakları tabelasını, midye satan adamı, midye tepsisindeki limon; otobüs kalkana kadar hareketli hareketsiz gözünüz bir şeye takılır. geçen hafta silivri'den eve dönerken durağın yanındaki camel kartonunu izledim. içine çöp mü atmışlardı yoksa yanındaki bavullu kıza mı aitti tam çözemedim. haftalar önce bir pantolon alırken de camel diye bir renk olduğunu öğrendim. tütün, devam.

kim olduğunu değil ama dudaklarının kıvrılışını hatırlıyorum. ona da böyle şeyler oluyordu sanırım. tesadüfen'ler.

Haziran 16, 2013

Serbest Kalp Düşmesi

"serbest kalp düşmesi
iki sebepten olur:
birincisi, taraflardan birinin
aniden çekilmesi;
ikincisi, dış etkenlerin hızlıca tepkimeye girerek
katalizör görevi üstlenmesidir.
düşmenin ivmesi,
yerçekimine bağlı değildir.
bu, asıl düşmenin üçüncü(?) sebebidir.
düşüş ivmesinin dört değişkeni vardır:
birincisi dengesiz sevgi dağılımı,
ikincisi modern hayatın salınımları,
üçüncüsü beş para etmez diğer bir kadın
ve dördüncüsü hava muhalefetleridir.
serbest kalp düşmesi her bireyin hayatında
en az iki, en fazla sekiz kere görülür.
serbest kalp düşmesi."

Haziran 05, 2013

kadının adı yok'la aramdaki mesele


Duygu Asena'dan çok Sevgi Soysal'a kendimi yakın hissettiğimi belirterek, Duygu Asena feminizminin eleştirisini yapmamaya çalışarak yalnızca film üzerine birkaç şey zırvalayacağım. Çok nadir film özleyen, çok nadir "şu kitabı bir daha okuyayım ne kitaptı" diyen biriyim. Kadının Adı Yok'u ilk izlediğimde çok tuhaf hissetmiştim. Hem olmaktan korktuğum hem de olacağımı bildiğim bir kadına bakıyordum. Şu fotoğrafta bile tek fark daktilo. Bugün filmin kapağı gözüme çarpınca ürperdim, saç boyutu, daktilonun altındaki mini komodinimsi masa, minder, omuz genişliği ve hatta vücut hatları; hale soygazi'ye benzemiyorum, yok. Yok da ürkütücü bir şey var. Bizdeki küçük komodinimsiyi babam almıştı geçen yıl, başımdaki ağır komodini çürüğe çıkarmıştım, hemen baş tacı etmiştim benimkini. Şu an öyle gözüküyor ki onu peşimden götüreceğim. Bu sene gereken ilgiyi gösteremedim. Mini kitaplık gibi duruyor başucu mecburiyetinden. Filmdeki kadar güzel bir şey değil, şimdi öyle düşünülmesin. Ne diyordum, yarın filmi bir daha izleyeceğim; kitap dedim, Kara Kitap'ı da seneye bir daha okuyacağım. Adaya madaya taşınmak istiyorum, el etek çekeceğim zamanı bekliyorum, aldığım beslediğim bütün çiçekler mutsuzluktan soluyor, uyumayı bekleyen huzuru bekleyen düşüyle sarmaş dolaş memlekete ağlayan bol tütünlü bir insan oldum. Gelecek denildiğinde aklımdan bir şey geçmiyor. İçimde bütün işaretler şu sahneyi gösteriyor.
Mutsuzluktan soluyor. Solmak. Solumak.
Bıktım be. Ben olmuşum Sarı Odalar. Durur muyum?

Haziran 01, 2013

"daha çok gencim"

daha çok gencim. bu cümleyi güzel yazı defterimin her satırına eğik yazıyla yazabilirim. defteri bu cümleyle doldurduktan sonra her sayfasını kırmızı pilot kalemle kontrol da ederim. sol üst köşesine her sayfanın, bir "aferin"ini de düşürürüm öğretmenin. belki şanslı olurum evin bir köşesinde nazar boncuğu da bulurum. oysa aslında bir güzel yazı defteri almak gerek tüm bunların olabilmesi için. oysa insan kendisinin nasıl delirdiğini satır satır izleyecek güçte değil. bakın, ölürken öldüğünün farkında oluyormuş insan, dehşet verici hiçbir yanı yok. korkulacak hiçbir yanı yok. bir düzelmezliğin farkında olmanın. bu hale nasıl gelindiğinin. inilemeyecek çocukluğun.

ömrümde ilk kez düşte bir çamaşır ipine bembeyaz bir çarşaf asmıştım.
yüreğimin maveraünnehirleri nereye dökülürdü deyip isminle devam eden bir şeyler yazmıştım.
fesleğen sulamıştım.

benim yaşım yok.
yalnızlık sebep. yalnızlıktan kasıt halk arasındaki şu sevgilisizlik değil.
sevgili: yılmaz güney'in fatoş'a seslenişi.

mozaik'in trapezci kız'ı gibiyim. ipin üzerindeyken insanlar heyecanla, sevgiyle, merakla izliyorlar. gösteri bitiyor, memnun insanlar memnun arabalarıyla memnun evlerinin huzurlu kapılarını açarken bir "çok uykum var" çekiyorlar. trapezcimiz huzursuz yollardan kursakta yatılı düşüncelerle, memnuniyetsiz evinin mut eksikliğinden sertleşmiş yatağına gidiyor. sonra biri bir gün trapezci kızdan bahsediyor, ah! diyorlar nasıl severdik izlemeyi. ben de diyorum "ah!" (biraz didem madak) tanır mıydınız kendisini? tabii ki de diyorlar, her çarşamba izlerdik. adı neydi diyorum. güzel bir ismi vardı, diyorlar, dur neydi. evet, diyorum, ismi güzeldi. ama ben de hatırlayamıyorum şimdi, acaba neydi?

"çook alametler belirdi"ye karşı "kurşun askerin gerçekleşmeyen kaçışı"
temmuz ağustos

daha sonra vaktim olursa, beş on yıl sonra, adaya taşınmayı düşünüyorum.
şansım varsa belki bisiklete de binerim.


Mayıs 26, 2013

Düşmemiş Bir Uçağın Kara Kutusu


http://img151.imageshack.us/img151/7738/tlaygerman.jpg                                                                                                                                                                        
      "Tamam, korktuğum başıma geldi. En öndeki masalardan birinde oturan yeni zengin görünüşlü, kraldan çok kralcı bir çift:"Biz sizden İngilizce parçalar dinlemeye geldik," diye bağırdılar.
      Önce, duymazlıktan gelip programıma devam edeyim, dedim ama, tutamıyorum ki kendimi. Orkestrayı durdurdum, mikrofonu elime alıp masalarına doğru yürüdüm:
      "Aksanınızdan anladığıma göre Adanalısınız galiba."
       Adam, evet anlamında başını salladı.
      "Bense Amerikan okulu bitirmiş bir İstanbulluyum. Ortada bir gariplik var. Ben sizlerin türkülerinizi söylemek istiyorum, sizse Amerikan parçaları istiyorsunuz!" Salondakilere bakarak: "Biraz tuhaf değil mi, ne dersiniz?" diye sordum. Alkışların sonu gelmedi. Bütün bir hafta da, Barikan doldu doldu taştı. Mikrofonda seyirciyle kavga eden Tülay German'ı görmek için mi, yoksa türkü dinlemek için mi? Bilemeyeceğim."

bundan dört ya da beş yıl önce: benim kalkıp göç eden avşar ellerinden bi'haber olduğum dönemler. bizim evde cem radyo, özgür radyo çalıyor. alevi, asimile kürt bir aileyiz. babamız bağlama çalıyor. fakat ben ergenliğinin baharında bir insanım, katiyen bu gelenekselliği kabul etmiyorum. halk müziğini küçük görüyorum. şimdi denk gelsem yüzüne küfrü basacağım bir insanım. küçüklüğüm öyle değildi fakat.
gazetenin birinde tülay german'ın fotoğrafı, altında erdem'li hikaye. o zamanlar da, yukarda yazdığım gibi, lanet bir insanım ama hiç değilse aşka inanıyorum. etkilendim. o kadar, hatta ondan daha çok etkilendiğim bir ton gazete yazısı elbet oldu ama o yazıyı hiç unutmadım. zaten beğendiğim şeyleri kesip saklamaya da o yazıyı saklamadığım için -hala- duyduğum pişmanlıkla başladım. belki de unutmayışım saklayamamaktan. ama sanmam.

tülay german böylece bir özüne dönmek hikayesi oluyor.

tülay german'dan bugüne: kayıtlara en etnik olarak geçmemde bu söylediğim türkülerin etkisi var ama hiç tülay german'ın da söylediği bir şeyi söylememişim bir şey söyle dediklerinde. yine de özgür'le bir iki burçak tarlası demişliğimiz var. size bir şey diyeyim mi? elim kaleme alışkın, mikrofona yakışmıyor. bir daha bu kadar dilde kimlere rahatlıkla türkü söyleyebilirim ki? iletişim lugatındaki açılmak sözcüğünü bile zor gerçekleştirirken.

uzun süre bu kitabı aradım. aramazken birdenbire bulmuş bulundum. bir güzellik daha, ikinci el, ikinci basım. kitabı bu senenin hengamesi içinde kenara ayırdım. işte camdan insan izler gibi ara ara açıp otlanıyorum. piano piano bacaksızlayım. okumam yakındır.

Barikan hala duruyor mu?

Mayıs 21, 2013

kamran


Ez çı bıkım Hejar! Ez çı bıkım...


Yalnızlığı paylaşmak, aynı coğrafyayı paylaşmaktan bile zordu. Ayrı dillerde konuşsalar da onlar bunu başardı.*

 “Ez çı bıkım Hejar! Ez çı bıkım…” (Ne yapayım Hejar! Ne yapayım…)

Evdo’nun “Biz arada kalmışız beyim”indeki arada kalmışlığın temsilleri Hejar (Dilan Erçetin/Duygun) ve Sakine (Füsun Demirel), Sakine/Rojbin-Türkçe/Kürtçe ikileminde benliklerini kuliste bırakıp sahneye edinmek zorunda kaldıkları kimliklerle çıkanları, çocukluğun arılığındaki direnişi gözler önüne seriyor. Büyük Adam Küçük Aşk bir yandan, istenilenleri yaptığında başı okşanan, aksi haldeyse (örneğin çikolatayı kırgınlıkla denize attığında) “inatçı, Kürt!” Hejar’la; kapıya gelen adama hediye edilen Sevgi Soysal’ın “Barış Adlı Çocuk”uyla yurdumuzun kimliği net aydınına, onun çelişkilerine ince bir sitemdir. Sakine’nin her ağzından kaçırdığı Kürtçe sözcükten sonra bir kusur işlemiş gibi özür dileyişi, Hejar’ın banyoda dinlediği “Bu ülkede yalnız Türkçe konuşulur” nutuğu, açık bir iç hesaplaşma daveti.
Büyük Adam Küçük Aşk’ın Hejar’ı en “gözleri hala çocuk” haliyle karşımda duruyor, Silivri’de okuyor, lise son sınıf öğrencisi. Filmdeki ilk sesinden, daye’sinden bu yana neler olup bittiğini merak etmemek elde değil. Dilan’ı 2ooo’de Altın Portakal Film Festivali’nde ödülü kaldırmakta zorlanan küçük yıldız olarak hatırlayanlar elbet olacaktır. Güncelliğini anadil tartışmalarıyla, kültür çatışmalarıyla, “süreç”le hala koruyan bu Handan İpekçi filminin küçük kara balığı şimdi ne yapıyor, ne düşünüyor, dünyaya nasıl bakıyor? 

Öncelikle son röportajından bu yana ne kadar zaman geçtiğini sormak istiyorum, kaç yıl oldu?
                En son İstanbul Üniversitesinden iki Radyo, Tv ve Sinema öğrencisiyle bir röportaj yapmıştık. Beş, altı yıl oluyor.
                Büyük Adam Küçük Aşk filmini, hikayeni anlatabilir misin? Bu film bir dönüm noktası mıydı hayatında?
                 5,5 yaşındaydım. Bir komşumuz, annem ve ben Bakırköy’deydik. Gazetede ilanı gördük, çocuk oyuncu aranıyordu. Üstelik ilandaki adres, Handan İpekçi’nin bürosu, ilanı gördüğümüz yerin çok yakınındaydı. Annemle komşumuzun bir anlık şakalaşması, olur mu olmaz mı düşüncesi üzerine öylesine bir gittik. Daha sonra İpekçi aradı ve evimize geldi. Her şey bununla beraber gelişmeye başladı. Filmden önce uzun bir süre vakit geçirdik, onun evinde oyun oynardım, o da küçük çekimler yapardı. Bir nevi hazırlık aşamasıydı benim için. Bir süre sonra Füsun Demirel’le tanıştırıldım. Filmdeki rollerimizden ötürü onunla samimi olmam gerektiği düşünülmüştü. Şükran Güngör’le de aynı sebepten dolayı tanıştırılmamıştım, samimi olmamalıydık. Her şey çok güzel ilerliyordu ve her şey çok güzel ilerledi. Elbette hayatımın dönüm noktasıydı. Hayatımın dönüm noktası, daha sonraları öğrendiğim, Handan İpekçi’nin beni görüp de “hah bu!” dediği an.
Nerelisin? Kürtçe filmdeki gibi anadilin mi?
Vanlıyım, Ercişliyim. Akla hemen deprem gelecektir, depremde herhangi bir yakınımı kaybetmedim. Kürtçe anadilim. Türkçe’yi ve Kürtçe’yi birlikte öğrendim. Fakat annemin film için kasetlerle Kürtçe çalıştırdığını hatırlıyorum. Küfre dilim dönmüyordu örneğin. Bir yaz günü balkonda küfür çalışıyorduk annemle ve ben yine zorlanıyordum. Annemin “söylesene annenin babanın ağzına yapayım diye!”şeklinde bağırdığını, sokaktan geçen bir adam duymuştu ve “ne anneler var!” diyerek tepki göstermişti. Çok utanmıştık.
Altın Portakal’dan hatırladıkların nelerdir?
7 yaşındaydım. Oraya sadece Handan İpekçi’yle gitmiştim. Onunla çok güzel vakit geçirirdik. Saçımı örmeye çalışırdı, pek öremezdi. Çok eğlenirdim. Törende çok uykum gelmişti. Sunucu Cem Davran’dı. Ödülü taşıyamamıştım ve bana yardım etmişti. Sonraları ödülü taşıyamayan küçük yıldız olarak basına yansıdım.
Hejar’ın istenilenleri yaptığında başının okşanmasını, aksi haldeyse “inatçı, Kürt!” olmasını; anadilin nefes alamama sıkıntısını nasıl değerlendiriyorsun?
Her insanın anadilini rahatça kullanabilmesi gerekir. Her insan kendini en iyi kendi dilinde ifade eder. Kürtçe düşünüp Türkçe konuşmanın ifadede eksiği olacaktır. Bu yadırgamanın, kabullenmemenin kimseye faydası yok.
Doğuya karşı günümüzde hala, özellikle televizyon, diziler aracılığıyla yerleşmiş oryantalist bir bakış var. Bunun hakkında ne düşünüyorsun?
Doğu deyince Mahsun Kırmızıgül’ün yarattığı doğu insanını anlıyor insanlar. Doğu cehalet ve şive üzerine kurulu bir acındırma coğrafyası değil. Doğu insanının da böyle temellendirilmesi, bunun ekmeğinin yenmesi can sıkıcı artık. Kadın karakterler sönük, aciz ve bunlar kesinlikle can sıkıcı.
Yıllar önce bir röportajda “Sevgi nedir?” sorusuna “Güzel bir şeydir. İnsan sevince onun  saçını tarar” diyerek cevap vermişsin. Peki bu soruya şimdi nasıl cevap verirsin?
Çok doğru söylemişim küçükken. Hala içimdeki sevgi tanımı küçüklükteki kadar saf.
Handan İpekçi belli bir duruşa sahip bir yönetmen, sette bunu hissediyor muydunuz? Hatırladığın birkaç şey var mı?
Handan İpekçi, Rıfat Bey karakterini babasından esinlenerek oluşturmuştu. Kendini insanlara faydalı olmaya adayan, kendinden ödün vermeyen bir kadın. Bunu sette de hissettiriyordu. Onu hep örnek aldım bu zamana kadar, hiç unutmadım.
Soyadın filmdekiyle bir değil, daha sonradan değişen bir şey de değilmiş, bu soyadı karmaşasına sebep olan şey nedir?
Bunu ben de bilmiyorum. Erçetin babamın soyadı, Duygun annemin. Kardeşim de ben de annemin soyadını kullanıyoruz fakat bir boşanma söz konusu değil.
Filmdeki şapkan hala duruyor mu?
Evet, duruyor. Kırmızı paltom da. İlk sahnelerde üzerimde görülen kırmızı çiçekli elbise de. Çerçeveletip odama asmıştı elbiseyi babam.
İlerde oyunculuk adına ne yapmak istiyorsun?
7 sene tiyatroya devam ettim. Okuldan dolayı bıraktım. Büyük bir özlem var, ilerde mutlaka oyunculuk yapmak istiyorum.
Peki nasıl filmleri, projeleri tercih edersin?
Toplumsal. Meselesi olan projelerde yer almak isterim. Gişe filmleri oyunculuğun, sanatın değerini düşüren işler. Oyunculuğu gişeden fazla önemsiyorum.
Reddettiğin projeler olduğu biliniyor, bunların içinde sana “keşke…” dedirten bir proje var mı?
Şehir Tiyatroları. Çocuk kadrosunun olmadığı bir dönemde böyle bir teklif almak gurur vericiydi. Okuldan ötürü reddetmek çok kötüydü.
Dilan’a biraz Füsun Demirel’den bahsettirmek istiyorum. Geçen yıl Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde Bilge Olgaç Başarı Ödülü’ne layık görülen, aklımda Uçurtmayı Vurmasınlar’dan Barış’ın annesi olarak kalan bu kadına büyük bir yakınlık duyuyorum.
Füsun Demirel samimi, doğal ve dobra bir kadındı. Kocasıyla beni çok severlerdi. Kocasının bir kitapçısı vardı. Bana hep kitap hediye ederlerdi. Kitap sevgimin onlarla başladığını tahmin ediyorum. Kaprisli bir kadın değildi. Kimseye iş buyurmazdı. Kendi işini kendi hallederdi. Bir keresinde, filmin köy sahnelerinin çekimleri sırasında tüm set Urfa’da bir yerde yemeğe davetliydik. Kaldığımız otelde pek bir şey yoktu. Meyve yemeyi özlemiştik. Masada bir çanak elma vardı. Füsun Demirel, anneme “Çantanı açsana Sebahat” dedi ve o elmaları çantaya doldurduk. Bu elma hırsızlığı sette, nerden geldiği bilinmedik elmalarla geçen günlerin küçük bir sırrıydı. Bu rahatlığı, bu cana yakınlığından olsa gerek kendimi ona yakın hissediyordum.
Film hakkında Dilan’dan birkaç bilgi:
Bakanlık filmi bir süre yasakladı. Gerekçe olarak filmin ilk sahnelerinden birinde, yaralı avukatın ateş etme demesi üzerine polisin ateş etmesi ve bunun Türk polisinin onurunu zedelemesi gösterildi. Bunun üzerine filme ayrılan bütçe ve ödül geri alındı.

*filmin afişinden

  
(Solfasol'ün nisan sayısında yayımlanmıştır)
Dilan'a sevgiyle!