Temmuz 20, 2013

leyla erbil'li bir yazı

leyla erbil'i ilk kez tezer özlü'yü delice sevdiğim zamanlarda tanımıştım. tezer'in, yky'nin tanımladığı gibi gamlı prenses ya da oğuz atay'ın dişi versiyonu olmadığını anladığım ve bu tanımlamaları yersiz bulduğum bir dönemdi. "tezer özlü'den leyla erbil'e mektuplar"dan haberim yokken ilk baskısıyla sahafta karşılaşıp çok mutlu olmuştum. tezer'i de ferit edgü'ye gönderdiği mektuplarla tanımıştım ilk, her şeyin sonundayım'la. bu mektuplara geçmeden leyla erbil "benim gözümle tezer özlü" kısmındaki son aşk'ta tezer özlü'nün hans peter'i ona nasıl tanıttığını anlatıyor. işte leyla erbil'i burdan sevmeye başlıyorum. bu anıyı tutup saklamasından ve bu ânı böyle güzel anlatmasından başlıyorum:

"  'bu adam benim ölümüm leylâ' diye tanıştırıyor sevgilisini. 'bak bak bu benim ta kendim! kafatasım bu; kendi ölümüm!'
hans peter'e bakıyorum ince, uzun bir yabancı. bahçe yılanının sırtı gibi aynalanan ipek montunun içinden hafifçe sırıtıyor. (...) 'yalnız bunun gözleri mavi, haklısın ölüm mavi gözlüdür' diyorum, bir şeyler demiş olmak için. tezer'de benim görmeye alışık olduğum öfori'yi, hans peter'in nasıl karşılayacağından kaygılanıyorum azıcık ama onun genç kuşak bir avrupalının dünyayı sıkı bir biçimde tanımışlığının getirdiği olgunlukla şefkatle ve hayranlıkla tezer'i izlediğini görünce rahatlıyorum.
adamın elini alıp kendininkiyle yanyana koyuyor tezer, 'bak bak,' diyor, 'cildimizin rengi, damarlarımızın kabarıklığına, yeşiline bak nasıl birbirinin eşi, şu dolaşımın haritasına bak, ölümüm bu benim!'
hans peter'in kolunu montuyla birlikte dirseğe doğru sıvıyor, gösterdiği dokuların arasındaki damarların akışına bakıyorum, gerçekten de tezer'inkiyle eş. dayanamayıp kendiminkine de bakıyorum, benimki onlarınkinden değil.
hans peter, o tuhaf renkli montunun kollarını indiriyor. bu montun öyküsü de ünlü. ilk kez berlin'de bir barda, uzaktan bu tuhaf yeşil renkle adeta büyüleniyor tezer, kalkıp bara gidiyor ve tanışıyorlar. hans peter, kanada'dan o sıra tatile gelmiş. tanıştıklarının yirminci gününde kanada'ya dönüp her şeyini satıp savıp berlin'e yerleşmiş oluyor genç adam. aşkları böyle başlıyor onların; yirminci yüzyılın hızına uygun olarak. 'bu rengi giyebilen bir adam sıradan olamazdı zaten oradan anlamıştım!' diyor sık sık, sürekli anlatıyor: 'berlin bursunu sanki bunun için kazanmışım, bu adam için gitmişim, iki kocamda da bulamadığım o şefkati bulmak için, aldım getirdim onu işte! ölümümü bulmaya gitmişim sanki…'
damarları anlıyorum da neden, 'ölümüm' anlayamıyorum bir türlü. soramıyorum da…”

ne zaman okusam etkileniyorum. çünkü'sü var fakat burda bu çünkü'ye gerek yok.
sonraları leyla erbil'in tuhaf bir kadın'ını aldım okudum. pek nadir bir kitabı aldığım gibi okumaya başlarım. insanlara nasıl ki başlarda -alışana kadar- yabanilik yaparım, rahat edemem, hemen kendimi açamam, kitaplara da öyleyim. hadi insanlara güvensizlik de korku de bana özgüvensizlik de kitaplara ne diyeceksin. ne bileyim bodoslamaya karşıyım herhalde. konudan sapıp yine kendimi anlatıyorum istersen okuma. neyse kitabı daha farklı beklemiştim. örneğin bardaki atatürk size genelev açtı ki bizi rahat bırakın'vari bir cümle vardı, hala yadırgarım, sanırım romanı çok sevebilecekken orda bir buz attılar üzerime. okurken ince eleştiridir ironidir belki demiştim. daha sonraları leyla erbil'in birgün'deki röportajında gördüm bir kemalistlik orda da sezdim. şimdi kesinlikle değildir diyen tkp'li, ödp'li hevallerimiz kusura bakmasınlar. kadın öldü ben kemaliz memaliz diyorum üzerimde bir haysiyetsizlik var. özür dilerim. çok utandım. gerçekten.
tuhaf bir kadın'da mustafa suphi'li bölümleri, çok sevdiğimi hep belirttiğim, bu blogta/blogda ah minel aşk'ta da adı geçen özgür'e de gösterdim okurken. o bölümleri yer yer beraber okumuştuk. mustafa suphi'nin ölümünün peşine düşen leyla erbil beni iyi etkilemişti. ama asıl ırmak zileli'nin kitaptan çekip çıkardığı bir cümle vardır(ırmak zileli'yi de sevmeye burdan başlamıştım), bana grup yorum'un insanların içindeyim'ini hatırlatmıştı okuyunca. o parçayı utandırır, utandırmakla kalmaz yerin dibine sokar, yüzünü yere eğdirir: "insanları seviyorum sözünde bir utanmazlık, hatta bir küstahlık seziyorum ben ama ne olduğunu çıkaramıyorum?"
o ne güzel ne olduğunu çıkaramamaktı ki öyle okuyunca beni heyecanlandırmıştı. coşmuştum. aynen! vallahi ben de! demek yeter mi hiç? hiçbir şey dememek yeter yetse yetse.

"bizler belki de kendi kendilerine yaşaması gereken, ama belki de toplumumuz buna elvermediği için evlilikler yapan kadınlarız" diyor tezer özlü, 3 ocak 1985'te zürih'te leyla erbil'e yazdığı mektubunda.

(mine söğütle bahadır baruter'e, ahmet büke'yle asuman kafaoğlu'na, yonca şık'la ahmet şık'a bakınca mıdır nedir evlenesim geliyor. bir acayip oldum, karşılıkta esnedim, bunu eklemek istedim)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder