Temmuz 02, 2013

Santuri Leyla Hanım'ın Tecellisi


(yaptığım tüm göndermeler için açıklamalar bölümü aşağıdadır)

Tek’e indirgenen “İçimden bir ses…” büyük bir aldatmacadır. Duyduklarımızın sahibi, kuşkusuz, ruhumuzun avlularında çalıp söyleyen bir gevende. Orhan Kemal’in kahramanı olan kızlardan birinin yarattığı parasız yatılılardan oluşan gevendenin müziği, uykularımdan taşıyor. Rüyamda bir kadın oturmuş –oturmamış da olabilir- gündüz düşlerini anlatıyor; yalnızca ses. 

“Bakın” diyor, “Bakın bir kez olsun düşünün”. Devamında ne diyeceğini duymamak için kulaklarımı ellerimle kapamak istediğimi duyumsuyorum. “Bakın, bir kez olsun düşünün” Artık bir kez olsun düşünülmeyen hiçbir şey kalmamış gibi. Sanki düşünülmesi gereken her şey defalarca düşünülmüş, sonsuz kere düşünülmüş. Yine de insan düşünmenin doyumsuzluğunda yitip gidiyor, yitip gitmekte ısrar ediyor. Ben ısrar ediyorum; ses ısrar ediyor, son dakika haberi verir gibi aceleci:  

“Seniha Hanım’ın çamaşır iplerine eteklerinden tutturulmuş bir oyuncak bebek sabahın altısında kramp gibi giriyor bir evin penceresinden içeri, bir kadının gözleri takılı kalıyor iplerde. Aman diyeyim efendim, ne iplerin ne bebeğin ne de sabahın altısının haberi var, sessiz olalım, rica ederim. Seniha Hanım’ın vakitsiz uykulardan uyandırılmasıyla birlikte her şey toparlanıp giderken iplerden, kadının tedirginliğinin son durumunu kestiremiyoruz. Seniha Hanım’ın bütün içlikleri toplayıp bebeği iplerde bırakmasıyla daha da netleşen bir altıyı yirmi geçeyle ne yapılabilir? Seniha Hanım o bebeği içliklerle henüz karnı nemliyken almış olsaydı ipten, tiz bir ağıt gibi duran dudakları kadının, ne yapabilirdi? Baktıkça mücrim gibi titrenilen istikballere inancını yitirmiş elleri ne yapabilirdi? Seniha Hanım’ın, köyden kente göçün hısım akraba bedduasıyla şehre uğurlanmış evlilikler kategorisindeki evliliğinde ne yapılabilirdi? Taze evliler, yıllar boyu ekşi hemşehri suratı görmektense köyde kalabilirdi. Toprağa ihanet etmemek adına aldıkları bu karar herkesi memnun edebilirdi. Belki o zaman Seniha Hanım bu bebeği salı pazarından almaz; Kırçılların Seniha eskimiş basmasından dikerdi. Belki o zaman kuruması için balkonun iplerine değil, kırmızı toprakla sıvanmış damın iplerine asardı. İşte o zaman, bu bebek bir eve pencereden sabahın altısında kramp gibi girmez, yalın ayak köy çocuklarının aklına öğle sıcağında sıcak çekirdek isteği gibi düşerdi. O zaman bizim gelin, isimleri coğrafyalarıyla uyumlu bu çocuklar için tüm eski basmalarını feda ederdi. Ama ne yazık ki Seniha Hanım’ın ne sabahın altısından haberi var ne de eskimiş bir basması... Hoş, yeni bir basması da yok. Oysa isimleri coğrafyalarıyla uyumlu o çocuklar hala ordalar.” 

Shakespeare haklıysa ölmek ve uyumak konusunda, rüya vuslattır ölüme. Ölümse tek vuslattır yerkürede kendine. Flaubert’in hazımsızlık teşhisi koyduğu kabuslarsa ya vuslatların cerhi ya da cerhlerin ceremidir.

“Sana küçük bir öykü anlattım, beğendin mi? Atlar vardı bu parkta, neredeler? Yaylanmaktan ve paslanmaktan başka, buna gitmek de dahil, ellerinden ne gelirdi? Pek tercih etmiyor muydu ulussuzlar? Ulussuzlar, o bir vakit yaşanılan pahasız dönemin kahramanları, şair beni affetsin sadece bebekler değil, çocuklar! O atlar, parkın ötekileri, çürüğe çıkarılmışları ve kırık da olsa gözdeliğini yitirmeyen kırmızı kaydırağın, gıcırdayan salıncakların yanında görmezden gelinmesi meşru kılınanları; sadede gelirsek senin payına düşenler. Artık yoklar mı? Sahi, ne zaman gittiler? Peki ya o güzel insanlar? Yoksa onlar da o güzel atlara binip de mi gittiler? Ulussuzluk döneminde elma çekirdeği yutardın, hatırlarsın. Toprağı mı kıskanırdın, elmayı mı çok severdin anlamazdım. Hala da anlayabilmiş değilim. Çıkmamıştı değil mi içinden elma ağacı? Elmaların bitti, çekirdekleri –şimdilik- meçhul.

“Bizim her hevesimiz kursakta yatılıdır Refik!” diyordu bir adam, sokaktan geçen. Elinde şıngırdayan siyah bir poşet ve yanında tahminen bir de Refik. Öylesine bir an, nasıl bir gün hatırlanmak üzere saklanır zihnin kuytularında? İki elma çekirdeği tutuyorum dilimin ucunda. Toprağı uygun hissedince yutacağım. Sonra da bol bol su içeceğim. Güneş çıktı mıydı en tepeye, gidip ağzımı açacağım. Dilim kuruyana kadar annem koşup gelecek. Koşup gelen senin annen mi benim annem mi? Çocukluğun için küçük bir anma töreni düzenliyorum, bana kızmıyorsun değil mi?”

Sesin yankıdan daha net, rüyadan daha gerçek tınısında bir hatırlayışa yenik düşmek, rüyayı sahici kılıyor; zihni ürkütücü. Ben de topraktan yaratılmıştım ama tam pişirilmemiştim anne. Ne yapılabilirdi, “Hiçbir şey!”den başka? Ne heves ne kursak ne de yatılılık bilirdim o zamanda. Tüm bunları o nasıl bilebiliyor? Nasıl bildiriyor rüyada?

Konağın merdivenlerinde oturan Yekta’nın, uykularından çalıp umutlarına verdiği rüyalar gerçeğe dönüşürken gecelerde, elbet umrumdaydı zahmetlerin en “gör diye!” yankılananı. Hepsi, yersiz beliren, zihnin düştüğü boşluklar. Hepsi gerçekten bu kadar mı? Bu kadar basit, bu kadar “boşluk” ha? Görme yetimi yalnızca uykularda kaybettim. Belki o da boşluğuna yuvarlanmıştır rüyalarımın, ne dersiniz boşluk’çular? Duymak var, uykunun karanlığında ablukaya alınmakla. Sesi duydum duyalı rüyada yaşamaktan kolları uzayan insanların halet-i ruhiyeleri hakkında bir araştırma yapıyorum. Asıl araştırılması gerekenler, kolları olduğunun farkına bile varmayan rüyasızlar. İki kolun, bir insanın ruhunu ele veren sayısız durumu var. Bu, duygu ispiyoncusu kol kullanım durumlarından en bilineni sarılmak. Fakat kolların işlevinin bununla sınırlı olduğunu sanmak, düpedüz farkında olmamaktır. Ey rüyasızlar, canım rüyasızlar; dünyanın bütün rüyasızları, birleşin! Derin bir uykuya dalın ya da rüya sandıklarınızdan uyanın.

“Ulussuzların, annelerinin peşi sıra yürürken uzamaya başlar kolları. Bir hayrete, bir direnişe, bir öfkeye, bir duaya, bir sevdaya, bir rüyaya kadar uzar gider kolları. Sayısız durumu var, mı demiştin? Sayısız durumu var. Dostoyevski’nin kadınları bugün vücut bulsa, bir rüyada bile olsa, kolları uzun ve ince mi olurdu dersin? Desdemona’nın kolları? Günseli’nin, Sevgi’nin, Bilge’nin kolları? Emma Bovary’nin kolları? Maria Puder’in? Alaaddin’in dükkanında, oyuncak bebekler içinde ölüsü bulunan Rüya’nın? Sahi, Rüya’nın ayakları otuz yedi numara mıydı? Peki ya kolları uzamış mıdır ölürken? Bu nasıl ölmektir ki insan bu denli dehşete ve masumiyete sokulur?

Bu kadınların birkaçı resimle mi ilgileniyordu, neydi? Ne zaman başlayacaksın resme? Ben de kabul ediyorum, bir giz var bu işte. Ama sanki kapağını kapatırken bir kitabın, bir odanın kapısını kendi üzerine kapatıyorsun. Demin seslendiğin rüyasızların kolları uzun değil belki ama kendilerine ait bir odaları var. Öyle çok odan var ki seni arayan hangisinde bulacak? Tabii, yazar senin gibileri hesaba katmıyor ki yazarken! Benimse ne aradığım ne de bulduğum var seni. Durduğum yerde duruyorum.”
Tanrım, ulussuzluğuna rüyaları dışında el konulan, seçkin ailelerin noksan çocukları için bir şey yapılamaz mı? Onlara şöyle denilemez mi: “İlerde bol bol bir ulusun dölü olacaksın yavrum, şimdi derhal pis ve kimliksiz bir çocuk ol. Bakarsın geleceğin, nefret illetinden yakayı kurtarır. Sen yanlış ellerdesin çocuk, uzat ellerini”

Tanrım, çiçeklerin ve kitapların doğru ellerde bulunması gerektiğini söyleyen, şu “geleceği elinden alınan adam”a bir mektup yazdım, okuyabilir miyim? İyisi mi hadsizlik etmeyeyim. Unutulan name-i mahremiyeti koruyayım. Bu adamın yaşamakla arama girdiği bir dönemde  öyle bir öfkeye kapıldım ki, onunla hiçbir yerde karşılaşmamaya karar verdim. Öfkem daha saatini doldurmamıştı ki boylu boyunca durdu karşımda. Bir “ha-ha!”lık acı bakışı vardı, görmeliydiniz. Tek kişilik dev bir dergide (met-üst) ‘sevinmeyin, daha ölmedim’ deyişi vardı, duymalıydınız. Öfkeme ne olduğunu sorarsanız, o an sahnede can verdi. Kendisi bir opera sanatçısıydı. Can verirken yüzünü elleriyle gizlediği görüldü. Geleneği bozmadık, onu Adagio’yla uğurladık. İnanın bana, bir öfke için bundan daha onurlu bir son görmedim. Tehlikeli Oyunlar’da, Albay “Rüyanın sonunu anlatmadın” diyordu Hikmet’e. Hikmetse yanıtlıyordu: “Belki de bu rüyayı hiç görmedim albayım. Belki de hiçbir şeyin sonuna katlanamadığım gibi, bu rüyanın sonuna da  katlanamadım ve seyretmedim sonunu. Küçükken, korku filimlerinin de yarısında çıkardım. Belki de bu rüyanın tam burasında uyandım.”

Sesim el kadar bir cihazın içine düşüyor; biletim ikinci, yerim bu vagon dışında üçüncü mevkii. On sekizinci yüzyıldan bir ses yükseliyor: “çünkü ruhumuz yokluk çekti”

Ey koca dünya! Ben sana değil, senin suretine aşığım. Telmihten kurtulabilirsem ölmekte başarılı olacağım. Ben, Santuri Leyla Hanım, Beckett’in dediği gibi “Sesi ve onu dinleyeni ve kendini tasarımlayan kişi. Eşlik olsun diye kendi kendini tasarımlayan. Bu kadarı yeter. Kendinden bir başkasıymış gibi söz eder. Kendinden söz ederek şöyle der, O kendinden bir başkasıymış gibi söz eder. Bu kadarı yeter. Aklın karışması da bir noktaya kadar eşliktir. Ertelenmiş umut hiç yoktan iyidir. Bir noktaya kadar. Yürek bezginlik getirene dek. Bu da bir noktaya kadar eşliktir. Bezgin bir yürek hiç yoktan iyidir. Parçalanıncaya kadar. Kendinden böyle söz ederken şimdilik şunda karar kılar, şimdilik yeter bu kadar.”

Amca niye haber vermedin? Neyi oğul? Amca görmedin mi bir şey? 73 yıldır görmedim. Kadın ölmüş beybaba karşında. Hangisi ölmüş? Bir kadın var amca, kulaklar da mı duymuyor? Deme evlat, iki ses duydum ben. Cinayet. Amca, ne yapacağız, sen ne iş yaparsın? Geçti bizden çocuk, kayıkçıydım. On üç damla gözyaşın da vardır amca, ben de vursam zaten kendimi vuracağım, haydi kalk gidelim. 

(hasgal okul dergisinin bu yılki sayısındadır. anlaşılamamıştır. dergideki son öykümdür. yazalı epey oluyor. umarım önümüzdeki senelerde daha anlaşılır şeylerle devam ederler)
--------------
bunu yapmak bana oldukça sevimsiz geliyor. yine de anlaşılamamaktan daha sevimsiz değil.

açıklamalar:

-orhan kemal’in kahramanı olan kızlardan biri: füruzan. parasız yatılı derken de yine füruzan'a gönderme var.
 
-vakitsiz uykulardan uyandır: "vakitsiz uykulardan uyandır beni" turgut uyar
 
-baktıkça mücrim gibi titrenilen istikballer: bunu açıklamalara eklemekten utanıyorum, bu kadar da anlaşılmaz olamaz. "titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime" kimseye etmem şikayet/müzeyyen senar
 
 -şekspir'in hamlet'te ölmek uyumak sadece  benzeri ettiği bir laftan bahsediyorum ve cerhli, ceremli, vuslatlı yerde şunu söylüyorum: rüya kavuşmaktır ölüme, ölümse insanın kendine tek kavuşacağı şeydir. flaubert, gustave flaubert. yerleşik düşünceler sözlüğü'nde birçok şeyi kendince tanımlamış ve kabus için de yanlış hatırlamıyorsam hazımsızlık demiştir. kabuslarsa ya kavuşmalardan kaynaklı yaralar ya da yaralardan kaynaklı ayrılıklardır. afili cümleler işte. büyük büyük laflar.
 
-ulussuzlar: "bebeklerin ulusu yok"tan çıkarılmış bir tanımlama. bahsedilen şair ataol behramoğlu.
 
-o güzel atlara binip gitmek: yaşar kemal'e selam
 
-konağın merdivenlerinde oturan yekta: reha erdem'in a ay filmindeki konak, konağın merdivenleri, yekta. gör diye: https://www.youtube.com/watch?v=AbMycCW15Co
 
-kolları uzun kadınlara örnekler. desdemona: othello'daki baş karakterlerden biri. günseli: tutunamayanlar'dan. sevgi ve bilge: tehlikeli oyunlar'dan. emma bovary: madam bovary. maria puder: kürk mantolu madonna. rüya: kara kitap'tan, kitaptaki ölümünden bahsettim. bu kitabı okuyun.
 
-geleceği elinden alınan adam: oğuz atay. o paragraf kurmaca değildir, o olay met-üst'ün ikinci sayısıyla yaşandı: http://gurbetekacacagim.blogspot.com/2012/10/selimcilik.html
 
-"ha-ha!": oğuz atay ha-ha'sı...
 
-opera sanatçısı zırvası sadece bir metafor, öfkeye yakışan. adagio, albinoni'nin adagio in g minör'ü. bana sanki her elit/sanatçı/yüksek zümre -artık ne derseniz deyin- insanın ölümünden sonra çalıyormuş gibi gelir: http://youtu.be/p8TkBM5DeHM
 
-üçüncü mevkii: trenlerde biletlerinin ucuz olduğu bölüm mü diyeyim ne diyeyim. sorun bakayım hiç şehirlerarası tren yolculuğu yaptım mı? vagon demişim mesela, kompartıman da diyebilirdim.
 
-çünkü ruhumuz yokluk çekti: bu bloga da başlık olan novalis cümlesi. novalis/geceye övgüler
 
-ey koca dünya!: turgut uyar'ın kırlardan geliyorlar şiirindeki nidaya selam.
 
-ben sana değil, senin suretine aşığım: metin erksan'ın sevmek zamanı filminin üzerinde kurulu olduğu cümle.
 
-samuel beckett'in eşlik'inden alıntı.
 
-kayıkçı, körlük, on üç damla gözyaşı, vursam kendimi vuracağım: attila ilhan, cinayet saati. ahmet kaya: http://www.youtube.com/watch?v=zzFiignZBG4

göndermeleri açıklayabilirim, öyküyü özetleyemem. şunu da belirteyim, bu kadar göndermeyi boş yere yapmamışımdır. öykü sadece göndermeden oluşmuyor(hadi canım diyecek gibisiniz. haksız sayılmazsınız). sonunda kadın ölüyor. bunda herkes hemfikirdir.


santurlu bir şey: http://www.youtube.com/watch?v=ntQd2A70B1k

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder