Mart 18, 2013

Susuzlardan bir susuz

"Bana sorarsanız o ağlıyorsa 'misal-i cuy-i bar' ağlıyordu, gülüyorsa şebboy çiçek gülüyordu, sonracığıma, içi sıkılıyorsa yaman sıkılıyordu! Hele sevişiyorsa can çekişircesine! Oynayan oyununu yaşıyorsa ko gitsin. Ya hem oynuyor, hem yaşamıyorsa?" (Buzul Çağının Virüsü/ Vüs'at O. Bener)

Hasta olmayı severim; hasta olduğum günler alışılan yaşamak kavramından muafım. Kimsenin bir şey beklemediği, ne yaptığının kimse tarafından umursanmadığı günler. Bu sabah böyle bir muaflıkla uyandım. Nezihe Meriç'in Topal Koşma'sında bir Susuz'u daha geride bıraktım (Susuz XII). Hasta olduğum ve 50'li yılların öykülerinde hasta olmak kadar doğal bir şey bulduğum, belki de Nezihe Meriç'in susuz kadınlarına bir yakınlık duyduğum için bugünü temmuzda yaşamak istedim. Eğer bugünü temmuzda yaşıyor olsaydım öyküden sonra kalkıp çiçekli basma elbisemi giyer, çığlık atan çocukları burnumu çeke çeke izlerdim. Altı gün sonra gireceğim bir sınav var. Sistem köleliği sürecinden hoşnut değilim. Bu yüzden ilk defa bir seneyi çabucak yaz gelsin dileğiyle geçiriyorum. Mücadelenin nezleye karşı olanını veriyorum. Sigara bağışıklığı azaltıyormuş. Yoğurt bağışıklığa iyi geliyormuş, balla karıştırılıyormuş. Hepsini yapıyorum. Koyu yeşil, kırmızı ve sarı meyve sebzeler. Salatalık, elma, limon. Soğanı kaynatıp suyunu içiyorum. Tadı öyle iğrenç ki soğan suyuyla mücadeleden muaf olamama hali beni ağlatıyor. Böyle bir şeye ağlamakla kendimi yadırgıyorum.

Tüm bunları klasik müzik eşliğinde yapıyorum. Perdeye güneş vuruyor, sonuna kadar açıyorum. Güneşi odama almayalı uzun zaman oluyor. Sosyal medyanın bol insanlı kısımlarından çıkıp gittiğimi anımsamamla bu insanlara sinirlenmem bir oluyor. İnsanlar yaptıkları birçok şeyi neden bu kadar hissetmeden, görmeden yapıyorlar? İnsanların bu tüketme sevdası edebiyata, müziğe bulaştı bulaşalı temiz bir yer kalmadı. Şunun ayrımına varıyorum: ilgilendikleriyle şekillenmeyen insanlar bunları sadece kullanıyorlar. Ne için? "Göstermek daha mı önemli?" Harcamakla geçiyor birçoğunun ömrü. Tat almaları gerekir halbuki. Var olmayı görünür olmak, izlenir olmak kabul ettiklerini göremiyorlar. Orda durdukça oralı oluyor insan, alışmamak gerek ve düzene kaptırmamak kendini. Kategorize edilmekle sınanıyoruz. Kezbanlık veya entellikle. Bu kategorize edişlerin akil adamları, esasen ruhlarını ne kadar işsiz güçsüzleştirdiklerinin farkına varamıyorlar. Sosyal tespitler gırla. Üstelik kendilerini böyle basitliklerle önemli hisseder hale geliyorlar. Bunu yalnızca bu önlenilmez gösterme yarışı için yapıyorlar. Hiçbir şeyin samimiyetini temiz bırakmıyorlar. Ben insanların, ruhlarını böyle bir yavanlıkla doyurmalarından iğrendim. Önemli hissetme ihtiyacını bu tür samimiyetsizliklerle gidermelerinden ve kendine vakit ayırmak sandıkları sanallığın çirkin egolarından iğrendim. Birinin bu insanlara kendi içlerini ihmal ettiklerini; yürüdükleri kaldırımdan tutun, içtikleri kahveye, tuttukları takıma, savundukları dünya görüşüne kadar her şeyin bokunu çıkardıklarını göstermesi lazım. Ne yazık ki bu durumu bile kullanıyorlar. Sosyal tespit gırla ama tespitçilerin de bir farkı yok hedef gösterdiklerinden (benim de farkım olmayabilir, ben de harcıyorum, ben de kaynattığım soğanların bile fotoğrafını koyuyorum). İnsanlar ellerinde telefon, önlerinde bilgisayar yaşamıyorlar; insanlar ellerindeki telefonun, dizlerindeki bilgisayarın içinde yaşıyorlar. İçi boş, fikri bollar. Kendini yaşamın teknolojik boyutuna hapseden ruhsuz insanlardan iğreniyorum. Aşksız İnsanlar'ı anımsatıyor. (50'li yılların öykülerinde sevdiğim, yeni keşfettiğim bir şey var.) Neyse ki hala sokaklarda oynayan, boş tarlalarda maç yapan çocuklar görüyorum. Bayağılaşan çocuk sevgisi değil, yaşayan bir şeyler görme sevinci. İlk çekirdek çitlediğim yerde şu an bir site var. Son okuduğum Susuz şöyle bitiyor: "Canım sıkılıyor. Canım sıkılıyor ve bu hiçbir işe yaramıyor."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder